MADpodcast “Serbest Dalış” 02- Derinleşen konut krizi

tanıtım görseli.

“Serbest Dalış” programının ikinci bölümünde şehir plancısı ve akademisyen Emrah Altınok’u ağırlıyoruz.

Emrah Altınok ile Yaşar Adnan Adanalı’nın sohbeti, kentleşme literatüründe konutun anlamından başlayarak Türkiye tarihinde konut sunum biçimlerini, konut sorununu ve konut sorununa çözüm olabilecek alternatif modelleri masaya yatırıyor.

Spotify: https://open.spotify.com/episode/7u7THLyDGUIHbbSrrOlorV?si=hxDbTKdJTsGHMMff3gT-5g

Youtube: https://youtu.be/5ChC5LTyVRw

Program editörü: Onur Temel
Ses deşifre: Can Orhan

Yaşar Adnan Adanalı: Galata’dan merhaba. MADpodcast’in Serbest Dalış programına hoş geldiniz. Serbest Dalış’ta bir kentsel gündemi uzmanıyla derinlemesine ele alıyoruz. Bugün Postane Stüdyo’da konuğum Emrah Altınok. Şehir plancısı, fotoğraf sanatçısı, akademisyen, uzun yıllardır da konut üzerine çalışan bir araştırmacı. Hoş geldin Emrah!

Emrah Altınok: Hoş bulduk.

Y: Aslında güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir konuyu, konut sorununu ve bu sorun karşısında içinde bulunduğumuz yeni döneme uygun çözümleri, alternatifleri konuşacağız. Ama çok kısaca başlarken, biz konutu ne zaman konuşsak, tarihsel olarak baktığımızda, hep bir kriz, hep bir sorun, hep bir buhran vurgusu oluyor. Bugün de o devam ediyor. Konut sorununu nasıl tarif ediyoruz? Bugünkü konut sorununu, 150 yıldır, 200 yıldır konuşulan, yazılan konut sorunundan ayıran bir şeyler var mı?

E: Kendim doktora araştırmamı yaparken son kertede eleştiriye tabi tutacağım şey gözle görülür, kentlerdeki dönüşümün kendisi; çeperdeki, büyük lokmalı kapalı site/toplu konut biçimindeki kentleşmenin kendisi olacak. Oraya giden yolda konut sorununu daha derinlikli ve daha geniş çerçevesiyle ele almak da gerekecekti. Tabii doktora tezi yazıyorsunuz, konunun derinliklerine inmek gerekiyor. Oraya girdiğimde şunu görmüştüm: Hâlâ konut sorunu sözcüğü beynimde o noktayı hedef alıyor. Orayı tetikliyor. Mevzunun epistemolojik bir boyutu var. Yani sorun sözcüğünün kendisi üzerinden bir sorunu bilimsel olarak nasıl tarif ettiğimiz aslında yine son kertede ona nasıl çözüm üreteceğimiz, hangi araçları kullanacağımızı belirlemeye başlıyor. Elbette bizim dünyaya verdiğimiz tepki, sorunları aşma tarzımız hep böyle deterministtik bir çerçeveye oturmayacak ama eninde sonunda mevzuyu kavramak isteriz. Ortada bir sorun yokken de iyi şeyler yapmak istiyor olabiliriz. O zaman da bulunduğumuz bağlamı anlamaya çalışırız. Aklıma hep şey geliyor… Turgut Cansever’in evleri. Yani yerinde hayal etmek yapıyı… Öyle teknisyen olarak haritanın üzerinde kurmak değil de. O kokuyu alıp, o rüzgârın ensene vurmasını izin verip orada düşünmek… Ağacı, sincabı görerek yani. Şimdi bağlama dönüp baktığım zaman, bizim konut sorununu tanımlama tarzımız pozitivist determinist bir çerçeveye oturuyor. Yani dünyaya, nasıl diyelim… Laf salatası yapmadan, özetle daha kolay ifade etmeye çalışayım. Dünyaya rakamların çerçevesinden bakmak, rakamlarla yaklaşmak. Onu analitik bir çerçeveye oturtmak. Dolayısıyla nicelik olarak görmek. İdealler üzerinden konuya yaklaşmak. Bizi bu ideallere götürecek, gerçekçi, iktisadi ve politik çözümleri tesis etmek için faydacı yaklaşmak konuya. Bunların tamamı, konut dediğimiz şeyin olgusal çerçevesine, bağlamına tek bir boyuttan bakmak demek. Yani biz, konutu içinde yaşadığımız bir evren olarak görecek olsak, o zaman konuta kendimizin gündelik hayatta rakamlarla falan yaklaşmadığımızı görürüz.

Y: Bu dediğin tarif, aslında… öyle bir yere yuva demezsin herhalde? Ya da evim demezsin. O konut.

E: Tabii. Zaten konut sözcüğünün tasfiyesi gerekiyor tam da o noktada. Benim de tez jürisinde olduğum bir doktora araştırmasının anahtar kavramıydı. Ev. Hepimiz ev deriz. Birazdan bu söylediğimin altını kendim oyacağım. Yani bu baskın olan söylemin, pratiğin ve ideolojinin kendisi, toplumsal olarak bizim konutla kurduğumuz ilişkiyi de dönüştürdüğü için, biz de kendimizi bazen konuta 3+1, 2+1 derken buluyoruz. Dolayısıyla konut bizim için de rakamlarla ifade edilen bir şey hâline geliyor. Hatta nereye, kaç metre uzaklıkta olduğu; tavan yüksekliğinin ne olduğu… Her şey rakamlarla ifade edilebiliyor konutta. Dolayısıyla bu pozitivist determinist çerçevenin eleştirisini yaptığımız anda kendimizi tarihsel olarak da onu araçsallaştıran, o çerçeveyi araçsallaştıran, modernite projesinin eleştirisi içinde buluyoruz. Oradan da bu günlere doğru geldiğimizde, bütün bu modernleşme hikâyesinin aslında konutu teknokratik bir çerçeve içinden almayı gerektirdiğini görüyoruz. Yani kitlesel olarak kenti yeniden kuran, politik-iktisadi dönüşümler, yani sanayileşme, Batılı anlamda modernleşme, kentleşme neyi getiriyor? Konutun kitlesel üretimini. David Harvey orada bu kitlesel üretim sürecini bir iktisadi çevrim olarak okuyor ama onunla birlikte onun tüketimi nasıl tetiklediği, tüketimin de bir mekânı olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla tüketici birim olarak konut, bu modernite projesinin atfettiği anlamlardan bir başkası, bir başka tartışma kulvarı. Tüketici birim olarak konutun kendisi aynı zamanda, yirminci yüzyıl ortasının modernite projesi içinde yeniden üretimin mekânı… Aslında emeğin yeniden üretiminin, ne diyelim… çekirdek birim.

Bu konutlar bir de daha Castells’ci çerçeveden baksak, bir araya geldiklerinde, toplu hâle geldiklerinde, topluca üretilir ve tüketilir hâle geldiklerinde diğer ortak-toplu tüketim fonksiyonlarıyla birlikte çalışan bir işlev de kazanıyor. Nedir o? Öncelikle doğrudan perakende tüketim. Aslında ondan daha önemlisi, refah devleti mekanizması olarak eğitim. Ondan sonra, kültür, sağlık ve spor gibi birçok başka rekreatif, ama Marksist anlamda yeniden üretim işlevine sahip fonksiyonlarla bütünleşik bir biçimde devreye giriyor. Dolayısıyla tek elden inşa edilen üniteler salt konut fonksiyonundan oluşmuyor; onlara entegre olan, dolayısıyla modernite projesinin biçtiği bağlamıyla bir gündelik hayatı mümkün hâle getiren, dolayısıyla sisteme entegre olan atomize edilmiş modern bireyin kendini toplumsallaştıran bir çerçeve oturuyor. Bu anlattığım anlatı son derece Avrupa merkezli çerçeve tabii ki. Ama bu yaygın pratiği okumak için hâlâ işlevli. Yani Türkiye’de gerçek anlamda özel mülk sahipliğinin liberal köklerine uzanacak şekilde bir modernizasyon hiçbir zaman yok, kapitalistleşme yok. Ya da varsa da gecikmiş bir kapitalistleşme. Refah devletinden zaten söz edemiyoruz. Bayındırlık Bakanlığı’nın sosyal konut yaklaşımları var, çerçeveleri var. Belki onlar o Castells’ci ortak tüketim mekânı olarak konut ve diğerleri benzetmesine belki oturabilir. Ama onlar da sayıca üç, beş tane. Türkiye’de aslında 50 sonrası hızla Anadolu’dan Batı’daki merkez kentlere akan göç hareketini absorbe edecek, emecek kentleşme pratiğinin ana birimi hiçbir zaman toplu konut ya da sosyal konut olamıyor bu yüzden. Onun da türlü sebepleri var. O, bizim mevzumuz olmayabilir burada. Ama o modernleşme hikâyesinin gecikmiş pratiğinin aslında yaygın bir biçimde 2000 sonrasında kendini bugünkü Türkiye’nin ideolojik, politik ve kültürel süzgecinden geçirilmiş biçimde yeniden ürettiğini görüyoruz. Yani aslında 2000 sonrası AKP egemenliğindeki politik iktisadi çerçeve yeni bir kentleşme pratiği yaratıyor. Onun, uygulayıcı, denetleyici, düzenleyici örgütleri, mekanizmaları ve kurumları var. TOKİ, zaten hepimizin bildiği gibi, öncelikli neredeyse tek düzenleyici kurumdu. Sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ona eklemlendi. Ve bugün aslında kentleri, konuşmanın başında da söylediğim biçimiyle, toplu konut biçiminde büyük lokmalı ve kapalı siteler biçimiyle, üstelik sadece üst sınıflar için değil, TOKİ’nin argümanlarını kullanacak olursak, düşük gelir grupları dahil olmak üzere hepsini kapsamaya odaklı bir biçimde kentleştiriyor. Şimdi buradan baktığımızda, “bu sayısal yaklaşım konut sorununu bugün nasıl ifade ediyor” dersek…

Y: Kiralanacak konut yok.

E: Evet.

Y: Fiyatlar çok hızlı artıyor. İnşaat maliyetleri çok yükseldi. Bu, konut fiyatlarına yansıyor.

E: Konut üretiminin neredeyse tek yöntemi kentsel dönüşüm, özellikle büyük kentlerde tabii bu böyle. Kentin henüz dinamik bir biçimde çeperde büyüdüğü ve organik bir biçimde göç aldığı orta büyüklükteki kentleri devre dışı bırakırsak, büyük kentlerde dönüşüm biçiminde de gerçekleşiyor. Büyük bir payı var kentsel dönüşümün yeni konut üretiminde. Orada da aslında temel argüman yine sayısal bir biçimde konut açığı mevzusu. Tabii onun karşıtı olan konut fazlası argümanı da var. Elde kalan konutlar, satılmayan konutlar, yarıda kalan inşaatlar mevzusu da var.

Y: Burada bir araya gireyim. Şu anekdotu vermek isterim: Bizim gecekondu haberleri üzerinden yaptığımız araştırma çalışmasında, gecekondunun henüz ülke gündemine girmediği o kısa dönemde, yani 40’ların öncesinde, 30’ların sonları, 40’ların başındaki o kentleşmenin bir fenomen olarak yaşanmadığı, kentlerin hâlâ yeni Cumhuriyet’te belli başlı sınırları belli, belki o eski imparatorluk yükünü de taşıyan konut meselesi, hep “mesken buhranı” şeklinde haberleştiriliyor. Mesken buhranından kastedilen de aslında kentte kiralanacak orta sınıf konutun olmaması, az olması. Yani aslında o kısa dönem, bugün belki senin tarif ettiğin şekliyle modernizmin sınırlarının çok net bir şekilde çizdiği konut çerçevesiyle sanki çok örtüşüyor gibi geldi. Çünkü aslında belli kodlar, aynı kodlarla gene konuta yaklaşılıyor. Ama yüz yıl önce. Bir anda bir şey canlandırdı. Tabii burada bir kendiliğinden konut yapma pratiği, yani aslında Türkiye kentleşmesinin belki de tarifi olan, ağırlıklı olarak halkın kendi konutunu yapma anlatısı burada kendine yer bulmuyor.

E: Aslında o hikâyenin içinde modernleşme ile neredeyse eş anlamlı görülen o pratiğin kendisi, yani toplu konut inşa etme hâli… Kooperatif biçimiyle de olabilir çünkü birazdan ona geleceğim. Kooperatifler orta sınıf kentleşmesi için çok ciddi bir tarihsel rol üstleniyor. Ve çok sivil bir kentleşme başarısı aslında o. Ona geleceğim. Ama orada bütün bir eleştiriye tabi tuttuğumuz modern, yıkıcı konutlaşma çerçevesiyle senkronik bir biçimde hâlâ niteliği önemseyen, niteliğin de devrede olduğu, ama hâlâ nicelik olarak da kendini açıktan, nasıl diyelim, dayatan uygulamalar da var. Mesela, Kemal Ahmet Aru’nun Levent’i. O bir toplu konut. Hatta Türkiye’deki ilk toplu konut uygulamalarından bir tanesi. Orası o kadar enteresan bir yer ki uydudan baktığınızda Çeliktepe ve Gültepe kadrajı, bütün o ilaç fabrikaları sol cenahta, sağ cenahta Levent. Yani orada yoğunlaşan endüstriyel sermayenin iki yakasında beyaz ve mavi yakalının kentleştiğini görüyorsunuz. Biri gecekondu biçiminde kentleşiyor. “Self-help urbanization”, yani kendi kendine konut sorununu çözüyor; diğer yakada ise bir teknokrat olarak mimarın kamu yararı hedefiyle, aslına bakarsanız devlet güdümüyle, orta sınıf konut sorununa çözüm üretmeye çalıştığını görüyoruz. Ama bunu yaparken, bugünkü bağlamıyla, nasıl diyelim… yüksek katlı, hektarlarca alanı açık otoparklarla kullanan, zemini tamamen betonlaştırarak yağmur suyunun aşağı inmesine imkân tanımayan, etrafını duvarlarla ören, dev istinat duvarlarıyla yaya hareketini imkânsız hâle getiren biçimiyle değil. Üstelik engebeli bir topografya olmasına rağmen az katlı, bahçeli, yeşil alanla bütünleşik bir yaşamı hayal ediyor. Müthiş bir yaya networkü öneriyor mesela. Taşıt yollarından ibaret değil sadece çözümü.

Tabii romantize etmeye çalışmıyorum, onu mümkün kılan koşullar var. Ve dönemin, konut sorununa yaklaşımında hala açıkta bıraktığı, mimara ve plancıya bu fırsatı sunan özellikleri var. Onun tamamen aşıldığı, bugün onun tamamen dolayısıyla da romantik kulvarına atıldığı bir dünyanın içindeyiz. Fakat bizim, konut sorununu yine rakamlarla, fakat en can alıcı noktasından anlamamız gerekecekse ben şunu ifade etmek istiyorum: Mesela 1950 yılında belediye yerleşimlerinin toplam nüfus içerisindeki payı yüzde 27; 2000’de yüzde 70; ve bugün yüzde 95’i aşmış durumda. Yani Türkiye kentleşmiş durumda böyle baktığımızda. Fakat bu kentselliğin son 20 yıllık evresinde konutun sunumunda neredeyse rakipsiz tek bir konut formu var. O da deminden beri konuştuğumuz toplu konut biçimi. Ve bunu üreten kurumun ve onun bağlı olduğu ideolojinin temel söylemi de konut açığının, onu da nasıl tanımlıyor bu arada, özellikle deprem gibi afetlerle yerle bir olacak, potansiyel bakımsız gecekonduyu hesaba katıyor. O zaman müthiş bir konut açığı hesabı elde ediyor. Bunun anlaşılır bir tarafı var elbette. Dolayısıyla bu konut açığına karşı konut sorunuyla iç içe olan bir topluma bir çözüm sunuyor. Söylem bu. Fakat 2002-2020 aralığında konut üretimindeki yıllık artışa bakıyorsunuz, ortalama yüzde 23 artıyor yeni konut. Yani toplam konut sayısı her yıl yeni konutta yıllık yüzde 23 artış gösteriyor. Şimdi Türkiye’de her bir yıl, önceki yıla göre yüzde 23 daha fazla konut üretilirken ev sahipliği ne kadar değişiyor diye baksanız, 2002’de yüzde 73 olan ev sahipliği 2019’da yüzde 59’a geriliyor. Yani konut üretimi her yıl yüzde 23 büyürken, insanların ev sahibi olma oranı toplumda yüzde 73’ten yüzde 59’a geriliyor.

Y: Yani birden fazla evi olanların sayısı artıyor.

E: Şimdi başka rakam söylemeyeyim. Bu o kadar somut ve mevzuyu odaklanmamız gereken yere çeken bir değer ki bunun bizim için yeterli olması gerekiyor. Son bir şey de belki, mevcut konutların, diyelim ki bu kadar konut üretiyoruz, bunların ne kadar alınabilir, karşılanabilir olduğu üzerinden olabilir. Yani mesela İstanbul’da ortalama 400 bin TL olan bir konutun aylık kredi geri ödeme tutarı 5 bin 500 TL civarında. Asgari ücretin 2 bin 943 TL olduğu bir koşulda nüfusun çok önemli bir bölümünün bu nitelikli konut sahibi olamayacağı ortaya çıkıyor ki üretilen konutun ne kadar nitelikli olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Yani bütün bu kurgu, kenti dönüştürdüğü hâl üzerinden ele alındığında, sürdürülebilirlik çerçevesinde ele alındığında “neye rağmen toplu konut biçiminde kentleşiyoruz ve büyümeye devam ediyoruz?” çerçevesinde ele alındığında, neresinden tutarsak tutalım, sorunlu. Bunu artık her yerde, herkes konuştuğu için belki bu tartışmayı tam burada kesebiliriz.

Y: Burada bence de biraz daha alternatif aramaya başlayabiliriz. Sadece şunun notunu düşmek değerli: Bu artık görmezden gelinemeyecek şekilde toplum tarafından hissedilen bir sorun olması, belki şu anı önemli ve değerli kılıyor. Elbette tarih boyunca bunlar, bu dönemler yaşandı. Ama şu anda böyle bir isyan… Nedir isyan? Konut bulamıyorum. Biraz şey gibi… Taksi bulamıyorum. Konut bulamıyorum, kiralayacak konut bulamıyorum. O kadar bir krizin, sorunun büyüklüğü net seçiliyor ki bu da bize başka imkânlar sağlıyor aslında. Nasıl imkânlar sağlıyor? O zaman farklıyı düşünmek, aramak. Belki biraz daha cesur çözümleri talep etmek. “Aa burada bir sıkıntı var! Ne bu sıkıntı?” Bu senin çizdiğin çerçevede “bunun ekonometriği sıkıntılı, çoğaltmalıyız üretimi” yerine neyi aradığımızı sorgulayıp politika inovasyonlarını talep etmek, çeşitlendirmek gibi acaba çözüm tarafında daha cesur olmak istesek neleri hedeflemeliyiz?

E: Tam da bu dertlerle bağlı bulunduğum okulda, Bilgi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde üçüncü sınıf mimarlık öğrencilerine stüdyo veriyoruz. Yani mimari tasarım stüdyosu hep kentsel bağlam içinde mimarlığı ele alma derdinde olan bir stüdyo bizim verdiğimiz hâliyle. Özellikle ikinci döneminde, hemen bitirme projelerinden önce aldıkları stüdyo, öğrencilerin kent dokusunu ve onun bağlamını kavramaya odaklı, analitik bir gözle yaklaşıp bilme becerilerini kazandıkları bir stüdyo. Yani birden fazla mimari birimin bir araya gelmesiyle içinde yaşamın mümkün olabildiği, bayındır edilmiş bir yer üretmek projenin asıl mevzusu. Dolayısıyla konut, ara ara dönüp dolaşıp verdiğimiz mimari programlardan bir tanesi. Bir süredir de “reinforcing urban commons” temasında çalışıyoruz. Nedir? Kentsel müşterekleri bayındır etme, onları mimarlığın perspektifinden ele alma temasında çalışıyoruz. Tam da bu Türkiye’deki biçimiyle yıkıp yeniden yapmaya odaklı olan kentsel dönüşümü eleştiriye tabi tutan bir proje verdik geçtiğimiz senelerde.

Çanakkale’de mimari proje yarışması gündeme gelen sosyal konutlar mevkii. Yani uydudan baktığınızda Çanakkale’deki tek toplu konut görüntüsüydü uzun bir süre. Şimdi biraz Çanakkale de çeperde hızla büyüyen bir kent hâline geldi. Baktığınızda, halk ağzında sosyal konutlar mevkii deniyor ama sosyal konut yapılması amacıyla kamulaştırılıp daha sonra kooperatiflere satılan bir alan. Kooperatif örgütlenmesi sayesinde kentleşmiş bir yer. Şimdi şeye baktığınız zaman… beş-altı katlı konutlar, lojman görünümü veren, az yoğunluklu, bir de biraz eskidiyse o yeşilin de biraz yapıların yüksekliğine geldiği, o peyzajı bilirsiniz. Öyle bir peyzajdan söz ediyorum. Tabii yine konutların ortaları otoparklara dönüşmüş. O yeşil alanlar biraz işlevsiz ve bakımsız hâle gelmiş. Yapılar da çok eski. Fakat enteresan bir biçimde, stüdyoda öğrencilere alan araştırması da yaptırıyoruz ve buna mülakatlar ve -mimarlık okulunda pek alışagelmiş bir yöntem değil ama- anket de buna dahil. O dönem, yıkıp yeniden yapmaya karşı bir pozisyonu dert etmek istedik. O da “incremental development” ya da adım adım, zaman içerisinde gelişme, değişme diyelim. Ve “infill development”. O da bir önceki toplu konut evresinde orta düzeyde ya da küçük düzeyde bir yoğunluğa sahip bir çevreyi bugünün şartlarında, ne diyelim, yoğunluk açısından doyurmak. Boşluğu doldurmak, aslında baktığınızda. Bu genellikle yıkarak yapılan bir şey Türkiye’de. Yani görece az yoğun gecekondu alanı gider, yerine çok yoğun bir toplu konut gelir. Yıkılır yani. Ya da şeyde olduğu gibi… Ataşehir İmar İskân Blokları’nda. Başka yerlerde de örnekleri var. Eski sosyal konutların yine yıkılıp yerine çok daha yoğun kapalı sitelerin geldiği örnekler. Biz de sosyal konutlar mevkiinde bütün yapıları koruma görevi verdik öğrencilere.

Peki bunun mimari tasarım projesi kısmı neresi? O yapıları yeniden ele almak ve onları onarmak, onların mimari organizasyonlarına, kentsel tasarım organizasyonlarına yeni bir perspektiften bakmak ve onları daha yaşanılır, günün ihtiyaçlarına ve kullanıcılarına uygun hâle getirmek. Şimdi bu çerçeveyi neden önemsedik? Bunun neden alternatif bir yol olacağını konuşmak önemli. İlkinin, yani mevcut konut sorununa çözüm arayışının rakipsizliği, asıl eleştirimizin kendisi. Yani bunun dışında bir yaklaşım tarzı yok mu? Yani yıkıp yeniden yapmakla onarmak dikotomisinin kendisi aslında burada merkezine aldığımız şey. Genellikle yıkıp yeniden yapmanın rakipsiz olmasının sebebi onarmanın, o yeni olanın çekiciliğini içermiyor olması, daha maliyetli olacağı kuşkusu, ondan da önemlisi onarmanın bir seçenek olarak zihinlerde hiç ortaya çıkmıyor olması. Şimdi bu ciddi anlamda eleştirilebilecek bir şey. Toplumsal, kültürel boyutları var. Demin söylediğim o şeyin, ideolojik perspektifin, kente pozitivist determinist bakışın, toplumun perspektifini de belirleyecek güce ulaştığını gösteriyor. Çok enteresan bir boyut bu. Halbuki literatüre baktığınız zaman, bu “incremental development”, hatta “incremental planning” diye de bir kulvar var, mevcut klasik modernist, geniş kapsamlı, rasyonel planlama anlayışının eleştirisinden söz ediyorum. O da planlamayı yine bir moment olarak, bir köklü dönüşüm momenti olarak, onun aygıtı olarak görmemek, onu da bir süreç olarak görmek, yani dönüşümü gerçek anlamda sözcük anlamıyla bir süreç olarak okumak…

Şimdi baktığımız zaman gecekondu deneyiminin kendisi de tam olarak buna oturuyor. Yani gecekondu dediğimiz şeyin kendisi tam bir “incremental development” hikâyesi. İhtiyaçlar ortaya çıktıkça yaşadığınız mekânı bizzat kendinizin dönüştürmesi. Gecekondu o yüzden eklemlenerek mekânsallaşır. İşte, çok klasik bir analoji: Evdeki çocuklardan biri evlenme yaşına gelir, evlenir. Başka bir yere gitmez. Üst kata çıkılır. Ya da işte konutun boyutları, oda sayısı yeterli gelmez, genişleyiverir. Ve bizim aslında mimari olarak stüdyoda egzersiz ettiğimiz biçimiyle konut planı modifiye olur. Bu zaten mümkündür. Yaşanıyor çok uzun bir süredir. Dolayısıyla onun özellikle kendi kendine kentleşme deneyimi bağlamında müthiş bir tarihi var. Dolayısıyla da müthiş bir birikim demek bu. Üstelik bu birikim son derece sivil. Yani modernite projesinin icatlarından biri değil. Oradan da mesken tutmanın toplumsal ve kültürel dağarcığına dahil olduğunu hatırlamamız gerekiyor bunun.

Yani bizim kültürel anlamda, konut deneyimimizin çok temel bir boyutu zaten artımlı ya da süreç olarak kentleşme ya da konutlaşma… “Süreç olarak” galiba daha iyi bir ifade. Incremental’a bir türlü bir karşılık bulamadım… O zaman biz neden dönüşüme bu çerçevesiyle yaklaşamıyoruz? Bu birinci soru. İkincisi de bu yaklaşımın başarılı olduğunu görebiliyor muyuz? İyi örnekler var mı? Şimdi baktığınız zaman, bu yalnızca Türkiye’de değil, gelişmiş Batı ülkelerinde de hâlâ bizde yaşandığı gibi daha çok yıkıp yeniden yapmanın ya da yeni konut birimi üretmenin daha çekici olduğu bir bağlama oturuyor. Ama en azından buna eşlenik olarak alternatifin de mümkün olabildiğini görüyoruz. Meşhur mimarlık ofislerinden biri mesela, mevcut toplu konut ünitelerini, ya da apartmanlarını diyelim, plan tipolojisi ya da organizasyonu dahil biçimde -yalnızca cepheye müdahale olarak değil, ya da iyileştirme, yangına, sele, neme, sese karşı daha iyi yalıtılmış hâle getirmeyi kastetmiyorum- bunları da içerecek biçimde ama ihtiyaçlara daha iyi cevap verecek biçimde, dolayısıyla katılımcı bir çerçevede dönüştürebilecek mimari önerilerde bulunduğunu görüyoruz. Üstelik bu projesiyle önemli bir ödül de alıyor. Ve bunun tek bir örnek olmadığını, Batı Avrupa’da sayıca arttığını görüyoruz. Bu, konutun dönüşümünün, kentlerin dönüşümünün formasyon bağlamındaki karşılığı. Bir de onun organizasyonel boyutuna baktığımız zaman onun da kooperatifler biçiminde gerçekleşebildiğini görüyoruz.

Bizim özellikle Çanakkale’de bu stüdyoyu vermemizin bir sebebi de oydu. Yani kooperatif kullanıcılarının büyük oranda hâlâ bugün de -80’lerde inşa edilmiş bir yer olmasına rağmen- konutun sakini olduğunu da gördük. Dolayısıyla zaten kooperatif biçiminde kentleşmiş bir yerde uygulanabilirliğinin daha da yüksek olduğunu düşünüyoruz. Ama onun dışında pekâlâ kooperatif biçimde örgütlenmenin gecekondu dönüşümünde de başka türden, yap-sattan gelişmiş bir yerde de mümkün olabileceğini biliyoruz. Kooperatifi de tarihsel bağlamıyla ele alacak olursak, onun gerçek anlamda, bir kendi kendine örgütlenme, sivil bir örgütlenme ve dayanışmacı ekonomi organizasyonu olduğunu söyleyebiliriz. Yani bugün daha fazla duyduğumuz bir yazın var, bir kavram var. O da “dayanışmacı ekonomiler” ya da “sosyal dayanışma ekonomileri.” Hatta “ekonomi ağları.” Senin de katıldığın, Bilgi’deki bir panelde, yine başka bir proje stüdyosu üzerinden bu konuyu ele almıştık. Bu dayanışmacı ekonomilerin içinde kooperatif biçiminde konut da var, telekomünikasyon da var. Her şeyin kooperatifi mümkün neredeyse. Ve bütün bu kooperatifler, sivil örgütlenmeler, inisiyatifler topyekûn alternatif bir örgütlenmeyi mümkün kılıyor. Bunların kendi aralarındaki dayanışmacı ilişkiler, bir ağ örgütlenmesine dönüşüyor. Ve o zaman gerçekçi bir alternatif ekonomi olma imkânı sunuyor. Katalan örneği, Barselona örneği bunlardan bir tanesi. Üstelik yerel yönetimin de desteğini alıyor. Tabii onu tarihsel bir kazanım olarak görmek lazım. Arkasında ciddi bir savaşım var. Ve son kertede konut kooperatifleri, yine kooperatif biçimde örgütlenmiş mimari çözümlerle ya da mimarlık ofisleriyle gelişiyor.

Y: Burada araya girme ihtiyacı duyuyorum. Aslında şu vurguyu yapmak gerekiyor. Kooperatif bir örgütlenme modeli olarak tam da bahsettiğin imkânlara yol açıyor. Ama bir yandan da kendi belleğini de taşıyor ve o bellek her zaman olumlu değil. Özellikle konut kooperatifleri Türkiye deneyimine baktığımızda öne çıkarılan örnekler bir şekilde suistimale yol açmış projeler, inşaatı zamana yayarak yani bitmeyen bir proje hâlinde zamana yaymalar, antidemokratik yönetim yapıları, hatta kendine ekonomik çıkar elde eden küçük zümre insanlar. Böyle bir belleğimiz var. Bu kentsel bellek neden önemli? Bugün bahsettiğimiz kooperatif arayışları, çalışmaları politik olarak da bir yere oturuyor. Orada böyle bir geçmişle aslında doğrudan bağını kurmak ya da bu anlatıyla bağını kurmak çok mümkün değil. Tam tersine, o yüzden de yeni kooperatifçilik diyoruz. Ya da dayanışma ekonomileri diyoruz. Bir sıfat koyma ihtiyacı duyuyoruz. Elbette geçmişte çok değerli kooperatif deneyimleri de oldu. Ama bu modern çerçevenin toplumsallığından bahsederken, burada da böyle bir gerçeklik var. Bunun da bir toplumsal algısı var ve bu toplumsal algı bugünkü çalışmalarımızı etkiliyor. İşte “kooperatif olsun” dediğimizde “aman bulaşmayalım!” da denebiliyor. Ya da “nasıl olacak?” falan da denilebiliyor.

E: Tabii. Orada çok temel bir fark var tabii ki. Türkiye’deki deneyimin kendisi aslında kooperatifin bir sonuç ürünü olarak konutun bitmiş inşaat hâlinde gerçekleşmesine endeksli oldu. Halbuki bu Katalan deneyimi, şunu gösteriyor. Konut kooperatifleri inşaat gerçekleştikten sonra yaşamaya devam ediyor. Zaten ana hedef o değil. Ana hedef, birlikte yaşamın, kooperatif bir yaşamın, o yüzden bizim stüdyonun adı da oydu: Cooperative living, kooperatif konut demektense. Çünkü amaç konutu üretmek değil. Konutu, o barınma sorununu çözmek, Düzce’de olduğu gibi, akut olduğunda, tabii ki konutu üretmek en temel ve en önemli işlevi olabilir kooperatifin. Ama asıl dayanışmacı ekonomi sıfatını hak edebilmesi için kooperatifin yaşamını sürdürmesi, en başından, yani insanları bir araya getirip ortak değerleri, ortak ihtiyaçları tanımlama düzeyinden geleceğe açılan, daha nitelikli, adil, sinerjik bir toplumsal yaşama doğru uzanan bir süreç olarak gördüğümüzde kooperatifi, o zaman kooperatifin hayatta olması gerekiyor; kendini fonlayan, kendi müşterek çıkarlarını mümkün hâle getirecek; ihtiyaçları karşılayabilen, onları geliştiren, kişilerin potansiyellerini ortaya çıkaran bir boyut kazanması bekleniyor.

O zaman baktığınızda, örneğin Çanakkale Sosyal Konutlar Mevkii’de ne olabilirdi diyelim. Somutlamaya çalışalım, örnek verelim, hayal kuralım… Bizim öğrencilerin yaptığı şey aslında bir dönem boyunca. Gerçekten çok enteresan çözümler de ortaya çıktı. Henüz o projeleri yalnızca kendi okulumuzun yılsonu sergisinde gösterebildik ama o stüdyonun hocalarından biri olan Emre Altürk ile bu stüdyonun deneyimini paylaştığımız bir bildiri yayınladık, bir makale yazdık. Belki onun linkini de bir biçimde paylaşırız. Bu podcastin dinleyicileri okumak isteyebilir.[1] Bütün dönem öğrencilerin yaptığı şeyi şimdi yapmaya çalışalım. Aslında konutun istendiğinde küçülebildiği, genişleyebildiği, daha önce mimari projenin küçük tuttuğu bir mutfağın gelişebildiği ve genişleyebildiği, işlevsiz bir biçimde ortaya koyduğu balkonun bir tür kat terasına dönüşebildiği, paylaşılan bir mekâna dönüşebildiği, karanlık iç koridorların ışık alan paylaşılan mekânlar hâline gelebildiği, işlevsiz terasların ve çatı aralarının kullanılabilir hâle geldiği, yine yalnızca konutun kendisinin değil, o ünitenin yakın çevresini, bahçesini, paylaşılan ortak alanlarını, sadece çocukların oyun oynadığı bir yer olarak değil; yeri geldiğinde bostan olarak kullanılabildiği bir yer olarak yeniden hayali. Bütün bu mevzunun kendisi aslında orayı yeniden inşa edecek bir biçimde ama yıkmadan bir inşai müdahalenin maliyetlerinin karşılanmasını gerektiriyor.

Kooperatif nedir? Kişilerin kaynaklarını birleştirerek ihtiyaçlarını ekonomik olarak karşılamasıdır. Dolayısıyla bir ilk yatırım maliyeti var burada. Ama kooperatifin yaşamını sürdürdüğü modelde kooperatif tıpkı bir gıda kooperatifi gibi aynı konut çevresi içerisinde bir dükkân açabilir, orada ürettiğini, bu üretimi yalnızca çok sık rastladığımız bir örnek olarak bahçenin bostana dönüşmesi ve bostanda üretilenler biçiminde görülmemeli çünkü onun zaten getireceği ekonomik katkının sınırlı olduğunu da biliyoruz. Ama mekânın daha iyi mimari çözümler bağlamında daha verimli biçimde ele alınması size konut dışı işlevleri de aynı metrekareler içerisinde üretme fırsatı sunduğu için ortak çalışma alanları, atölyeler gibi kişilerin -demin de söylediğim gibi- potansiyellerini ortaya çıkaran, gelirlerini eklemlendirebilmelerini sağlayan, yani o “mixed income” strateji hâline geliyor. Ne diyelim? “Karma gelirli” bir modele dönüşüyor. Ve bunu aslında kooperatifin havuz bütçesini geliştirmek bağlamında yapıyorlar ve o kooperatif dolayısıyla gelecekte ortaya çıkabilecek başka ihtiyaçların karşılanması, yine gelecekte ortaya çıkabilecek onarım maliyetlerinin karşılanması için bu fonu sürekli çalıştırıyor. Ve bunun tabii ki sosyal dayanışmacı ekonomiler bağlamında başka katkıları var aslına bakarsan. Yani geleneksel anlamda, çokuluslu şirketlerin domine ettiği piyasalara sivil çözümler sunmuş oluyorsunuz. Sivil üretimin kendine alan açmasına imkân sağlamış oluyorsunuz.

Y: Tabii bir yandan da şöyle bir imkân açmış oluyor. Konuta biçilen rol diyelim. Bu son 20 yıl özelinde de diyebiliriz. Yeniden üretimin bir nevi hapsolduğu alan çünkü üretimin alanı başka bir yerde, ticaretin alanı başka bir yerde. Ve bunlar arasında kurulan belli bir ulaşım modeliyle ağlar. Yani kentleşmenin iktisadi mekânsal çerçevesi bu şekildeyken bu anlattığın tarzda bir konut algısı aslında üretimi yeniden üretimden ayırmıyor. İçine çekiyor. Ticareti çekiyor. Ve dayanışma ve sosyalleşme mekânlarını da birlikte düşünmeye yol açıyor. Bu da aslında kenti yeniden kurmaya başlıyoruz.

E: Karma kullanımlı bir çerçeveyle, üstelik onu dikeyde de yaparak. Mimarlığın bilgisinin devreye girdiği yer de biraz orası aslında. Kısıtlı metrekarelerin içerisinde bunu yapmak mümkün. Ama bu çerçeveyi Çanakkale örneğinde modellemeye başladığımızda bunu bir proje olarak öğrencilere verecekken yine bir tür “compact city” yaklaşımının, bir tür derişik kent yaklaşımının içinde yapmak zorunda olduğumuzu fark ediyoruz. Yani o da nedir? Kooperatife yeni mekânlar üretmek -ihtiyaçlar bağlamında kimi birimleri genişletmek, kimilerini küçültmek belki- biçiminde bir onarım sürecine, bir yenileme sürecine giriyorsanız ekstra metrekarelere ihtiyacınız var. Üstelik o ekstra metrekarelerin bir kısmını da kooperatif mülk sahibi olacağı için yine kiralamak suretiyle kooperatife gelir de üretebilir. Sonunda mevcut pratikte olduğu gibi yine toplam inşaat alanının arttığı bir dönüşüm modeli. Fakat Çanakkale Sosyal Konutlar Mevkii Yarışması’nda olduğu gibi bir anda üç kat emsal artışıyla değil. Bunu modellemek, bunun ekonomik modelini kurmak tabii ki son derece karmaşık görünebilir. Ama iyi örnekler bunun mümkün olabildiğini bize gösteriyor. Dolayısıyla bunun üzerine gitmesi gerekiyor. Türkiye’de bu meseleler üzerine düşünen, tartışan kişiler, uygulayıcılar, aktivistler…

Y: Çok temelde aslında hâkim konut üretim modelini biz sorgulamadan, adını nasıl koyarsak koyalım bu mevcut krizden de ya da konut sorununu çözme şansımız da olmayacak. Ya da günü kurtaracağız, kurtarabildiğimiz kadar. En temel mesele, nasıl bir yaşam hayal ediyoruz? Ve bu yaşamı beslemesi gereken mekânsal ve toplumsal ve iktisadi kurgular neler? Ve bunları bütünlüklü ve birlikte ele alabiliyor muyuz? Bu bağlama oturtmak zorundayız. Bunun kaçarı yok, diye anlıyorum bu anlattığın örnek üzerinden.

E: Kesinlikle. Yani onu bir toplumsal süreç olarak görmek, bizi yeniden bir araya getirecek yani COVID ile tekrar kendi özel alanımıza hapseden dünyamızı da kırmak için bir çerçeve bence. Tekrar başkalarıyla birlikte yaşamanın mânâsını hatırlamak, değerini, anlamını görmek anlamı da taşıyor. Başkalarına yalnızca yetişkinlerin değil çocukların da dahil olduğunu, sokaktaki hayvanların da dahil olduğunu, insan dışı bütün varlıkların da dahil olduğunu, o birlikte yaşam, kooperatif yaşam olgusu içerisinde bunların hepsini zerk etmek istiyorum. Onlar dahil düşünmek istiyorum. Ama her şeyin ötesinde, “neden kooperatif?” sorusunun arkasında benim durduğum yerde konut sahipliğine endeksli anlayışın kırılması, onun piyasa mekanizmasından çıkması, özel mülk sahipliğinin bir ortak mülk formuna evrilmesi bağlamında değer taşıyor benim için. Ondan sonrası zaten geliyor bence. Yani o ortak yaşam, birlikte yaşam önce o sorunu ortadan kaldırarak mümkün olabilecek diye düşünüyorum. Yani bizim yeniden ortak mülk ya da müşterek mülkiyet fikrine ısınmamız gerekiyor.

Y: Çok teşekkürler Emrah.

E: Ben teşekkür ederim.

1- Altürk, E., Altınok, E. (2020) “Assessing Incremental Refurbishment as an Alternative to Demolish & Build-Anew: Lessons from an Architectural Design Studio”, Iconarch IV International Congress of Architecture and Planning, Space and Process, Proceeding Book.