GİRİŞ
Bir hakkın temel özelliklerinden biri, hak sahiplerini güçlendirirken aynı zamanda başkalarına da yükümlülükler getirmesi. Örneğin, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir çevre hakkı, birey ve toplulukları temiz hava, su ve toprak talep etme konusunda güçlendirirken, devletleri ve şirketleri de bu hakkı korumak, saygı göstermek ve her türlü çevresel bozulmaya neden olmaktan kaçınmakla yükümlü kılıyor.
Dolayısıyla, insan haklarına saygı gösterme sorumluluğuna dair uluslararası standartların hayata geçirebilmesi, öncelikle hakların ve hak sahiplerinin ciddiye alınmasını gerektiriyor. Bunun önemli bir boyutu, şirket faaliyetlerinin yol açtığı ihlallerin mağdurları için etkili telafi yollarının bulunması.
“Hakları ve Hak Sahiplerini Ciddiye Almak” çalışmamızla, etkili ve yeterli bir telafiye erişmenin farklı yönlerini ele alıyoruz. Bu kapsamda hazırladığımız “El Kitabı” ve “Alet Çantası” hak sahiplerinin etkili telafi yollarına erişimini desteklemeyi amaçlıyor. Video serimiz ise etkili ve yeterli bir telafiye erişememenin yükünü sırtlananlara odaklanıyor.
Bu çalışma Yağız Eren Abanus, Alp Şerif Besen, Eylem Can, Fatmanur Caygın, Nur Duygu Dağ, Mümtaz Murat Kök, İlteber Uçar, Onur Temel ve Özlem Zıngıl’ın emeği ve katkılarıyla gerçekleşmiştir.
MAD olarak ayrıca katkıları için Marian Ingrams, Jamie Kneen, Mustapha Mahamah, Pastor Evaristus Nicholas ve Chima Williams’a teşekkür ederiz.
EL KİTABI
“Hakları ve Hak Sahiplerini Ciddiye Almak: El Kitabı,” şirketlerin insan hakları ihlallerinden doğan sorumluluklarını ve mağdurlarının adalet arayışlarını ele alarak, insan haklarına ve çevreye saygı gösterme sorumluluğunu tarihsel ve güncel yönleriyle inceleyen bir rehber.
Bu rehbere “Alet Çantası” eşlik ediyor.
KISALTMALAR
- AB Avrupa Birliği
- ABD Amerika Birleşik Devletleri
- BHRRC Business and Human Rights Resource Center – İş Dünyası ve İnsan Hakları Kaynak Merkezi
- BM Birleşmiş Milletler
- ILO International Labour Organization – Uluslararası Çalışma Örgütü
- IFC International Finance Corporation – Uluslararası Finans Kurumu
- IMF International Monetary Fund – Uluslararası Para Fonu
- KOBİ Küçük ve orta ölçekli işletmeler
- NCP National Contact Point – Ulusal Temas Noktası
- OECD Organization for Economic Co-operation and Development – Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
- UNDP United Nations Development Programme – Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
- STK Sivil toplum kuruluşu
SÖZLÜK
- Alt yüklenici Bir şirketin belirli bir projesinde bir sözleşmeye dayalı olarak işlerin veya hizmetlerin bir bölümünü yerine getirmeyi üstlenen kişi ya da şirkettir.
- Anlamlı paydaş katılımı/istişaresi Anlamlı paydaş katılımı veya istişaresi, şirket ile şirketin faaliyetlerinden etkilenecek paydaşlar arasında, işbirliğine dayalı yaklaşımlar da dahil olmak üzere, şirketin paydaşların çıkarları ve endişelerini duymasını, anlamasını ve bunlara yanıt vermesini sağlayan bir etkileşim ve diyalog sürecini ifade ediyor.
- Anlaşma alışverişi (Treaty shopping) Bir kişinin veya şirketin, devletler arasındaki anlaşmanın lehe olan hükümlerinden faydalanmak amacıyla ikametgâhını, kanuni veya iş merkezini anlaşmaya taraf olan devletlerden birine nakletmesi anlamında kullanılıyor.
- Bağlı şirket Şirketler hukukunda ‘bağlı şirket’, ‘ana şirket’ veya ‘holding şirketi’ olarak adlandırılan başka bir şirkete ait olan bir şirkettir. Ana şirket ve bağlı şirket ayrı iki hukuki varlıktır. Ancak, ana şirket bağlı şirket üzerinde kontrole sahiptir. Bu kontrolü hisselerinin/oy haklarının yarısından fazlasına sahip olmak, yönetim organında karar alabilecek üye çoğunluğunu seçebilmek gibi araçlarla sağlar.
- Çözüm yollarına erişim (access to remedy) BM İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler’de çözüm yollarına erişim hem devletler hem de şirketler dikkate alınarak düzenleniyor. Devletler bakımından, şirket faaliyetlerinin yol açtığı insan hakları ihlallerinin etkili bir şekilde ele alınabilmesi için devletlerin yargısal ve yarı-dışı şikâyet mekanizmalarını sağlamalarını ve mağdurların bu yollara erişimlerinin önündeki engelleri gidermelerini ifade ediyor. Şirketler bakımından ise, şirket faaliyetlerinden olumsuz etkilenebilecek bireyler ve topluluklardan gelen şikâyetleri ele almak için şirketlerin etkili şikâyet mekanizmaları sağlamalarını veya bu gibi mekanizmalara katılmalarını ifade ediyor.
- Değer zinciri Bir şirketin değer zinciri, sıklıkla karıştırıldığı tedarik zincirinden daha geniş bir kapsama sahiptir. Tedarik zinciri, bir ürün veya hizmetin üretimi için gereken kaynakları, faaliyetleri ve iş ilişkilerini kapsar, bu da genellikle ‘yukarı yöndeki’ (upstream) aşamalar olarak ifade edilir. Değer zinciri ise, tedarik zincirinin ötesine geçerek ürün veya hizmetin teslimatı, pazarlama ve satışı, lojistik ve dağıtım süreçleri, sorumlu kullanımı ve kullanım ömrü sonunda elden çıkarılması dahil olmak üzere tüm yaşam döngüsünü, yani ‘aşağı yöndeki’ (downstream) aşamaları da içerir.
- Devletlerin koruma yükümlülüğü BM İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler’e göre insan haklarının korunmasına dair yükümlülük birincil olarak devletlere ait. Devletler uluslararası insan hakları hukuku uyarınca kendi sınırları ve/veya yetki alanındaki herkesi şirketler de dahil olmak üzere üçüncü tarafların insan hakları ihlallerinden korumakla yükümlüler. Bu, devletlerin, şirketlerin uluslararası alanda kabul edilmiş bütün insan haklarına saygı duymalarını ve faaliyetleri sırasındaki insan hakları ihlallerini önlemelerini, azaltmalarını ve gidermelerini sağlamak için gerekli tüm yasal tedbirleri ve politika önlemlerini almalarını gerektiriyor.
- Etki gücü BM İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler bağlamında etki gücü, başkalarını etkileme gücü veren bir avantaj. Şirketlerin, olumsuz insan hakları ve çevresel etkiye neden olan veya buna katkıda bulunan başka bir tarafın bu yanlış uygulamasını değiştirebilme yeteneği anlamına geliyor.
- Ev sahibi devlet Uluslararası yatırım hukukunda, yatırım, yatırımcı, ev sahibi devlet (host state) ve yatırımcının devleti (home state) olmak üzere dört temel kavrama atıf yapılır. Bu kavramlardan ‘yatırımcı’ esasen yabancı yatırımcıları ifade eder. ‘Ev sahibi devlet,’ yatırımın yapıldığı devleti, ‘yatırımcının devleti’ ise yatırımı yapan yabancı yatırımcının kurulduğu devleti ifade eder.
- Genel yorum BM’nin insan haklarına ilişkin sözleşmelerinin devletler tarafından uygulanmasını izleyen sözleşme organlarının, bu insan haklarına ilişkin sözleşmelerinin maddelerine, bu sözleşmelerle ilişkili tematik insan hakları konularına veya sözleşmedeki hakların hayata geçirilme yöntemlerine ilişkin açıklayıcı ve yönlendirici yorumlarıdır. Örneğin, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin uygulamasını izleyen organ, Çocuk Hakları Komitesi, çocukların iklim ve çevre haklarını anlatmak için 22 Ağustos 2023’te Genel Yorum 26’yı yayınladı. Genel Yorum 26’da, iklim krizi ve çevre kirliliğinin çocukları etkilediği hatırlatılıyor ve devletlere ve yetişkinlere çocuk haklarını korumak, çocukların sağlıklı bir çevrede büyümelerini sağlamak için yapılması gerekenler açıklanıyor.
- Haksız fiil Genel bir tanımla “haksız fiil”, hukuk kurallarına aykırı bir şekilde diğer bir kişide maddi veya manevi zarar meydana gelmesine neden olan eylemdir.
- İnsan hakları durum tespit süreci İnsan hakları durum tespiti, şirketlerin mevcut ve olası olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerini etkin bir şekilde tanımladıkları, önledikleri veya azalttıkları, giderdikleri, ayrıca nasıl ele aldıklarını ve yönettiklerini açıkladıkları bir süreç olarak anlaşılıyor. İnsan hakları durum tespit sürecinde amaç şirket için olan risklerin değerlendirilmesi değil; bunun yerine, şirket faaliyetlerinin tedarik zinciri ve şirketin diğer iş ilişkileri dahil olmak üzere hak sahipleri için oluşturduğu risklerin anlaşılması amaçlanıyor. Bu anlamda, başlangıçtaki şartlar zaman içinde olumsuz insan hakları ve çevresel etkiye yol açabilecek şekilde değişebileceği için insan hakları durum tespit sürecinin de şirketin faaliyeti boyunca yürütülmesi gerekiyor –yani, insan hakları durum tespiti tek seferlik değil– ve bu süreç, şirket faaliyetlerinin fiili ve olası etkilerinin değerlendirilmesi, bu değerlendirme bulgularının bütünleştirilmesi ve bunlara göre hareket edilmesi, etkilerin sonuçlarının izlenmesi ve etkilerin nasıl ele alındığının paydaşlar dahil kamuoyuna duyurulması adımlarını içermeli. Tüm bu süreç boyunca şirketlerin, anlamlı paydaş katılımı ve istişare sürecini etkin bir şekilde yürüterek, bu etkileşimlerden elde ettikleri geri bildirim ve öğrenimleri hem insan hakları durum tespiti süreçlerine hem de ihlallerin giderilmesine yönelik adımlara entegre etmeleri gerekir.
- İnsan haklarına saygı gösterme sorumluluğu BM İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler bağlamında insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu, şirketlerin faaliyetlerinin insan hakları ve çevre üzerindeki mevcut ve olası etkilerini bilmeleri, ihlalleri önlemeleri ve azaltmaları, yarattıkları olumsuz etkileri ele almaları ve gidermeleri gerektiği anlamına geliyor. İnsan haklarına saygı gösterme sorumluluğu kapsamında şirketler, öncelikle, insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu yerine getirmek için bir politika taahhüdünde bulunmalılar. İkinci olarak, insan hakları ve çevresel etkilerini belirlemek, önlemek, azaltmak ve bu etkilerin nasıl ele alındığını açıklamak için insan hakları durum tespit süreci oluşturmalı ve bunu sürekli yapmalılar. Son olarak şirketlerin, neden oldukları veya katkıda bulundukları olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerin giderilmesini sağlayacak süreçlere sahip olmaları gerekiyor.
- İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler Haziran 2011’de BM İnsan Hakları Konseyi tarafından onaylanan İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler, 2005 yılında BM Genel-Sekreteri’nin İnsan Hakları ve Ulusötesi Şirketler ve Diğer Ticari İşletmeler konusundaki Özel Temsilcisi olarak atanan John Ruggie ve ekibi tarafından geliştirildi. Koruma (protect), saygı gösterme (respect) ve çözüm üretme (remedy) olarak anılan üç bölüm veya sütundan oluşan Rehber İlkeler’de devletler için bireyleri iş dünyası ile bağlantılı insan hakları ihlallerine karşı koruma yükümlülüğü, şirketler için insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu ve hem devletler hem de şirketler için etkili çözüm yollarına erişimi temin etme gerekliliği düzenleniyor.
- Kurumsal sosyal sorumluluk Kurumsal sosyal sorumluluk anlayışı, şirketlerin toplum gelişimine, hayır işlerine ve diğer sosyal ve çevresel çabalara gönüllü katkılarına odaklanıyor. Bu anlayışın sıklıkla karıştırıldığı insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu ise şirketlerin başkalarının insan haklarını ihlal etmekten kaçınmalarını, insan hakları üzerindeki olumsuz etkileri önlemelerini, azaltmalarını ve ihlale neden oldukları ya da katkıda bulundukları durumlarda bu ihlali gidermelerini gerektirir. Bu bakımdan, kurumsal sosyal sorumluluk şirketlerin elde ettikleri kazancı/ kârı nasıl harcadıklarıyla, insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu ise şirketlerin kazançlarını/kârı nasıl elde ettikleriyle ile ilgili.
- Modern kölelik Modern kölelik, köleliğin günümüzdeki uygulanış biçimlerine işaret eden şemsiye bir kavram olarak kullanılıyor. Bu kavramla kastedilen bir kişinin tehdit, şiddet, zorlama, gücün kötüye kullanılması gibi nedenlerle reddedemeyeceği şekilde zorlayıcı sömürü rejimlerine tabi tutulması. En sık uygulanan biçimleri arasında zorla çalıştırma, zorla evlendirme, çocuk işçiliği ve insan ticareti bulunuyor.
- Olumsuz etkinin azaltılması Olumsuz etkinin azaltılması, olumsuz bir insan hakları ve çevresel riske veya etkiye neden olan veya katkıda bulunan şirketin, yanlış uygulamalarını önlemek veya durdurmak için şirketin yetenekleri dahilinde her şeyi yapması anlamına geliyor. İnsan hakları ve çevresel risklerin azaltılması ile insan hakları ve çevresel etkilerin azaltılması farklı anlamlara geliyor. İnsan hakları ve çevresel risklerin azaltılması, belirli bir olumsuz etkinin meydana gelme olasılığını azaltmak için alınan önlemleri ifade ediyor. İnsan hakları ve çevresel etkilerin azaltılması ise şirketin kendi faaliyetleri kapsamında neden olduğu, iş ilişkileri aracılığıyla katkıda bulunduğu ya da doğrudan ilişkili olduğu olumsuz etkilerin boyutunu mümkün olan en büyük ölçüde azaltmak için gerçekleştirilen eylemleri ifade ediyor.
- Olumsuz etkinin giderilmesi Olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerin giderilmesi, şirketlerin doğrudan neden olduğu veya katkıda bulunduğu etkiler karşısında çözüm ve telafi sağlama sorumluluğunu ifade eder. Şirketler, neden oldukları ya da katkıda bulundukları olumsuz etkiler için etkili bir giderim süreci yürütmekle sorumludur. Buna karşın, yalnızca iş ilişkileri aracılığıyla doğrudan bağlantılı oldukları olumsuz etkiler söz konusu olduğunda, şirketler bu etkilerin giderilmesine yönelik süreçlere gönüllü olarak katılım sağlayabilir.
- Olumsuz etkinin önlenmesi Olumsuz insan hakları ve çevresel etkinin önlenmesi, bu tür bir etkinin meydana gelmemesini sağlamak için alınan önlemleri ifade ediyor.
- Olumsuz insan hakları ve çevresel etki Şirket faaliyeti, bireylerin uluslararası düzeyde kabul edilmiş insan haklarından yararlanma yeteneğini ortadan kaldırdığında veya azalttığında “olumsuz insan hakları ve çevresel etki” meydana gelir. BM İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeler’ine göre şirketler insan hakları ve çevre üzerinde farklı şekillerde olumsuz bir etkiye dahil olabiliyor: (a) Etkiye kendi faaliyetleriyle neden olabilirler, (b) etkiye kendi faaliyetleri aracılığıyla katkıda bulunabilirler veya (c) bir etkiye neden olacak veya katkıda bulunacak bir faaliyette bulunmamış olabilirler, ancak etkinin, iş ilişkisi içinde olduğu şirketlerin faaliyetleri, ürünleri veya hizmetleriyle doğrudan bağlantılı olması nedeniyle bu etkiye dahil olabilirler. Örneğin, bir şirketin kimyasal atıklarıyla içme suyunu kirletmesi (a) maddesinde belirtilen duruma örnek olabilir. (b) maddesinde belirtilen durum; sipariş teslim tarihini ve fiyatını değiştirmeden son anda sipariş sayısını artırarak tedarikçinin siparişi yetiştirme baskısıyla çalışma standartlarını ihlal etmeye itilmesi örneğinde olduğu gibi, şirket üçüncü bir tarafın olumsuz insan hakları ve çevresel etki yaratmasına sebep olduğunda, teşvik ettiğinde veya kolaylaştırdığında söz konusu olabilir. Bir bankanın, bir bölgedeki ekosistemin tamamen yok olmasıyla sonuçlanan ticari faaliyetleri için bir şirkete finansal kredi sağlaması ise (c) maddesinde belirtilen duruma örnek gösterilebilir. Bu farklı dahiliyet türlerinden her birine şirketlerin farklı şekillerde karşılık vermeleri gerekiyor.
- Paravan şirket (letterbox company) Paravan şirket, kurulduğu ülkede anlamlı bir ticari faaliyet göstermeyen, kuruluş amacı da esasen herhangi bir gerçek ticari faaliyet yürütmek olmayan, vergi avantajları gibi kurulduğu ülkede şirketlere tanınan ayrıcalıklardan yararlanması amaçlanan şirketleri ifade etmek için kullanılıyor.
- Tedarik zinciri Tedarik zinciri, bir ürün veya hizmetin nüretimi için gereken kaynakları, faaliyetleri ve iş ilişkilerini kapsar. Üretim için hammaddelerin çıkarılması, proje sahalarına güç sağlamak için kullanılan enerji, ürün bileşenlerini inşa eden tedarikçiler ve rehberlik veya teknik destek sunan hizmet sağlayıcılar gibi ‘yukarı yöndeki’ (upstream) aşamaları ifade eder.
- Tedbirlerin maharetli karışımı (smart mix of measures) Bireyleri şirketlerin insan hakları ihlallerinden koruması yükümlülüğünün, devletler için en kolay olan veya halihazırda yürürlükte olan bir tedbiri hayata geçirmekle sağlanamayacağını ileri süren John Ruggie’nin, Rehber İlke 3’ün açıklayıcı metninde yer verdiği “özgün” kavramı olan ‘tedbirlerin maharetli karışımı,’ devletlerin ulusal, uluslararası, zorunlu ve gönüllü olmak üzere dört farklı seviyedeki tedbirleri bir arada değerlendirmesi ve uygulamaya geçirmesini ifade ediyor.
- Ulusal Eylem Planı Hükümetlerin Rehber İlkeler (ve daha geniş olarak iş dünyası ve insan haklarına ilişkin OECD Rehberi, Üçlü ILO Bildirgesi gibi standartlar) kapsamındaki yükümlülüklerinin uygulanması için benimseyeceği öncelikleri ve eylemleri ifade ettiği politika belgeleridir. Ulusal Eylem Planları aynı zamanda ulusal düzeydeki mevcut boşlukları ve reform alanlarını belirleme fırsatı sunma işlevine sahip.
- Uluslararası örf hukuku Devletlerin ilişkilerinde uzun zamandan beri uydukları uygulamalardır. Böylesi uygulamaları, alışkanlık, adet veya nezaket kurallarından ayıran unsurlar bunların devletlerin genel uygulaması olması, bu uygulamanın hukuk olarak kabul edilmiş olması ve aynı olaylar karşısında aynı şekilde uygulanmasıdır (yani, tekrar etmesidir). ‘Uluslararası örf hukuku’ yazısız kurallardan oluşur.
- Yatırım anlaşmaları Kapsamına aldığı sektörlerdeki yatırımcıların riskini azaltmak amacıyla yabancı yatırımcılara kolaylık ve ev sahibi devletin eylemlerine karşı (kamulaştırma ya da millileştirme, el koyma gibi kamulaştırma ile eş etkili tüm önlemlerin uygulanmaması gibi) koruma ve güvence sağlayan ikili veya çok taraflı devletlerarası anlaşmalar ya da bu yönde hükümler içeren geniş kapsamlı ticaret anlaşmalarıdır. Yatırım anlaşmaları ile taraf devletler karşılıklı olarak birbirlerinin yatırımcılarına belirli bir şekilde davranma yükümlülüğü altına girer. Ülkesinde yatırım yapılan ev sahibi devletin bu anlaşmalardaki yükümlülüğe uymaması yaptırıma bağlanır. Yatırımcı ile ev sahibi devlet arasındaki uyuşmazlıkların çözüm yöntemi olarak yatırım tahkimi alternatifi benimsenir.
- Yatırım tahkimi Yatırım tahkimi, yatırımcı ile ev sahibi devlet arasında çıkan uyuşmazlıkların devlet mahkemeleri yerine bir veya daha fazla sayıdaki hakem adı verilen kişiler aracılığı ile çözümlenmesi anlamına geliyor.
GİRİŞ
Mekanda Adalet Derneği (MAD) olarak farklı alanlarda yürüttüğümüz çalışmalarımızın çevre adaleti boyutunda, giderek yaygınlaşan çevresel ihtilafları belgelemeyi, çevresel sorunların diğer toplumsal sorunlarla bağını gösterebilmeyi, çevresel sorunları omuzlamak zorunda kalanların sesi olabilmeyi ve mücadeleleri için kullanışlı kavram ve yöntemler üretmeyi amaçlıyoruz.
Türkiye’nin farklı coğrafi bölgelerinde yerel çevre hareketleri ve direnişleri ile ortaklaşarak yaptığımız çalışmalarımızda görüyoruz ki şirketler, kamu yararı gözetmeyen maden, enerji, altyapı gibi projelerin yarattığı çevre tahribatı ve toplumsal meselelerin kimi zaman doğrudan kimi zamansa dolaylı şekilde faili. Şirketlerin pek azı halkın rızasını inşa etmek ya da oluşacak mağduriyetleri gidermek için yöntemler geliştiriyor; çoğu halkın rızasını bir gereklilik olarak görmek bir yana, onlara rağmen faaliyet sürdürüyor; hatta, eleştiri ve itirazlarını dile getirenleri korkutmak ve vazgeçirmek için farklı yöntemlere başvurmaktan çekinmiyor. Şirketlerin hiçbiri, faaliyetlerinin insanlar ve çevre üzerindeki olumsuz etkilerini dikkate almıyor.
1970’lerde batılı şirketlerin gelişmekte olan ülkelerde yaptıkları doğrudan yabancı yatırımların olumsuz etkilerinin açtığı tartışma, günümüzde uluslararası bir standart olarak kabul edilen şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun tohumlarını attı.
Haziran 2011’de İnsan Hakları Konseyi’nin oybirliğiyle kabul ettiği BM İş Dünyası ve İnsan Haklarına Dair Rehber İlkeleri (“Rehber İlkeler”) ile yepyeni bir dönem açıldı. Hala içinde bulunduğumuz bu dönem, şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkilerine yönelik sorumluluğu ve hesap verebilirliğine ilişkin standartların bir yandan yerleştiği bir yandan da geliştiği bir dönem.
Özellikle çevre ve iklim adaleti çalışmalarımızı, son yıllarda bu perspektiften bakarak ele alıyoruz. Çevre adaleti meselelerinde öne çıkan önemli bir aktör grubu olan şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkilerindeki sorumluluğunu ve hesap verebilirliğini halkın rızası, insan hakları durum tespit süreçleri, hak savunucularının savunulması gibi farklı alanlar üzerinden gündemleştiriyoruz ve bunlar etrafında kamuoyu yaratmayı hedefliyoruz. Bir diğer yandan da bu alanlardaki küresel tartışmalara, Türkiye’deki sorun alanlarını, zorlukları ve deneyimi taşımaya çalışıyoruz.
Bir hakkın temel özelliklerinden biri, hak sahiplerini güçlendirirken aynı zamanda başkalarına da yükümlülükler getirmesi. Örneğin, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir çevre hakkı, birey ve toplulukları temiz hava, su ve toprak talep etme konusunda güçlendirirken, şirketleri de bu hakka saygı göstermek ve her türlü çevresel bozulmaya neden olmaktan kaçınmak ile yükümlü kılar. Dolayısıyla, şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğuna dair uluslararası standartları hayata geçirebilmesi, öncelikle hakların ve hak sahiplerinin ciddiye alınmasını gerektiriyor. Bunun ön koşulu ise şirket faaliyetlerinin yol açtığı ihlallerin mağdurları için etkili telafi yollarının bulunması. Buradan hareketle, bu çalışmamızda odağımıza Rehber İlkeler’in üç temel taşından biri olan “Çözüm yollarına erişim”i aldık.
Bu amaçla, öncelikle şirketlerin hakları ve hak sahiplerini ciddiye almasının uluslararası boyuttaki hukuki imkanlarını anlamayı ve yaygınlaştırmayı sağlayacak bir rehber olarak bu yayını tasarladık. Bu yayına eşlik eden “alet çantası” ile hakların ve hak sahiplerinin ciddiye alınmasının yolları olarak şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkileri karşısında başvurulabilecek yargısal ve yarı-yargısal araçları bir arada gösterebilmeyi hedefliyoruz.
▼ Yönteme dair
Şirketler ve insan hakları denildiğinde akla ilk olarak çalışma yaşamı ve bununla ilişkili hak ihlalleri gelse de yapısı, büyüklüğü, sektörü fark etmeksizin her tür şirket, faaliyetleri veya kurdukları iş ilişkileriyle çevre üzerinde olumsuz etki yaratabilir ve uluslararası düzeyde kabul edilmiş tüm insan haklarını ihlal edebilir. Dolayısıyla, ihlalleri sadece çalışma yaşamıyla, sorumlulukları da bir şirketin çalışanlarına yönelik yükümlülükleri ile sınırlı düşünmemek gerekir.
1970’lerden başlayarak, geniş hak alanını ve buna dair sorumlulukları kapsayacak şekilde gelişen “iş dünyası ve insan hakları” alanı, şirketlerin insan hakları ihlallerindeki sorumluluğunu ele alan akademik ve hukuki bir çalışma alanı olduğu kadar ihlallere maruz kalanlar için adalet arayışını, şirketlerin hesap verebilir kılınmasını ve insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun uygulanmasını temel alan bir insan hakları meselesi ve hareketidir.
MAD olarak yerel çevre hareketleri ve direnişleri, hak savunucuları ve akademisyenlerle ortaklaşarak yaptığımız çalışmalarda “iş dünyası ve insan hakları”nı gerek bir çalışma alanı gerekse de bir insan hakları meselesi olarak mücadelelerin bir bileşeni olarak görmek pek mümkün olmuyor. Halbuki, her iki boyutu ile “iş dünyası ve insan hakları” alanı mücadelelere yeni yollar açma imkanına sahip. Aynı zamanda, mücadelelerin dünyanın farklı yerlerindeki mücadelelere eklemlenmesine, şirketlerin insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkilerine karşı birlikte mücadele yürütülebilmesine kapılar açabilir.
Mücadeleleri yürütenlerin ve onlarla dayanışanların bu alana ilgisinin azlığı karşısında şirketler ise bu alanın diline hakimler ve küresel tartışmalarda kendi lehlerine olacak düzenlemeler ve menfaatler için harekete geçiyorlar. Bunun yakın bir örneğini İkizköy Akbelen mücadelesinde gördük. Faaliyetleri insan hakları ihlallerine ve çevresel yıkıma yol açan şirket, UNDP ile işbirliğini ‘kadın haklarını güçlendirmek’ temelinden kuruyordu. ‘Kurumsal sosyal sorumluluk’ altında bu işbirliği ile çalışmalar yaparken başta kadın hak savunucularının yargısal tacize maruz kalması olmak üzere bir dizi insan hakları ve çevrenin geri dönülmez şekilde yok edilmesinin de baş aktörüydü. Bu ikilik, İkizköy Çevre Komitesi’nin UNDP’ye Rehber İlkeler uyarınca yükümlülüklerini hatırlatmasıyla sona erdi; UNDP, işbirliklerinin sona erdiğini açıkladı.
Bu çalışmayı da böyle bir yerden kurmak istedik. Amacımız, şirketlerin insan hakları ihlallerinden sorumluluğunu ele alan hukuki gelişmeler ile ihlallerin mağdurlarının adalet arayışlarıyla yön verdiği insan haklarına ve çevreye saygı gösterme sorumluluğunun uygulanmasını tarihsel ve güncel boyutuyla mücadelelere aktarabilmek.
Bu amaçla, İngilizce dilinde üretilmiş akademik yayınları, BM, ILO, OECD, AB gibi uluslararası ve bölgesel örgütlerin ve ayrıca IMF, IFC gibi finans kuruluşlarının iş dünyası ve insan hakları alanına ilişkin kabul ettiği standartlar ile bu standartlara ilişkin rehberleri ve yorumları, şirketlerin insan hakları ihlallerinden sorumluluğunu ele alan yasaları, iş dünyası ve insan hakları alanına ilişkin uluslararası STK’ların politika notlarını, raporlarını ve araştırmalarını, farklı ülkelerin mahkemelerince verilen kararları ve OECD’nin şikayet mekanizmasının verdiği kararları inceledik. Yararlandığımız kaynaklardan oluşturduğumuz bir seçkiye bu yayının sonunda yer veriyoruz. Ayrıca, yine yayının sonunda iş dünyası ve insan hakları alanına ilişkin referans kaynakların ve araçların bir listesini bulabilirsiniz.
İlk bölümde, iş dünyası ve insan hakları alanına ilişkin düzenlemelere yön veren süreçleri, bağlamı ve içerdiği dinamizmi ile aktarmayı amaçladığımız arka planı bulabilirsiniz. İkinci bölümde ise iş dünyası ve insan hakları alanında şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu esas alan uluslararası standartlara ilişkin temel bilgileri, üçüncü bölümde ise şirketlerin hakları ve hak sahiplerini ciddiye almasına odaklanan ulusal yasalara ilişkin temel bilgileri bulabilirsiniz. Bu ulusal yasaların, ilgili devletlerin sınırlarını aşan bir yanı olduğunu ve hak sahiplerine bu ülkelerde farklı mekanizmalara başvuru imkânı sağladığını özellikle vurgulamak isteriz.
Türkçe dilinde hazırlanan bir derleme olarak nitelendirilebilecek El Kitabı ve Alet Çantası’ndan oluşan bu ikili yayınımızın, Türkiye’de yargı yollarında çevre adaletini hukuki yollarla ararken yeni stratejiler geliştirilebilmesi ile çevre mücadelelerine güç katmasını ve ilham olmasını diliyoruz.
▼ Terminolojiye dair
İş dünyası ifadesiyle kastedilen, büyüklüğüne, sektörüne, nerede faaliyet gösterdiğine, sahipliğine ve sermaye yapısına bakılmaksızın her türlü şirkettir. Bu yayında, “iş dünyası,” “ticari işletme” ve “şirket” kavramları birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır.
Çokuluslu şirket ifadesiyle kastedilen birden fazla ülkede faaliyet gösteren özel ya da devlete ait her türlü şirkettir. Bu yayında “çokuluslu şirket” ve “ulus-aşırı şirket” kavramları birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmaktadır.
İnsan hakları, ırk, cinsiyet, milliyet, etnik köken, dil, din veya başka herhangi bir statüden bağımsız olarak tüm insanların doğuştan sahip olduğu, evrensel olarak tanınmış haklardır. Bu haklar en temel hak olan yaşam hakkından gıda, eğitim, çalışma, sağlık ve özgürlük haklarına birçok hakkı içerir. Ayrımcılık yapılmaksızın herkes bu haklardan yararlanma hakkına sahiptir.
Rehber İlkeler’de açıkça çevreden bahsetmese de insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu kapsamında “insan hakları” dar bir şekilde ele alınmıyor. 2018’de kabul edilen BM İnsan Hakları ve Çevre için Çerçeve İlkeler’de (Framework Principles for Human Rights and the Environment), Rehber İlkeler kapsamındaki iş dünyasının insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun, çevresel zarar yoluyla olumsuz insan hakları etkilerine neden olmaktan veya katkıda bulunmaktan kaçınma sorumluluğunu da içerdiği kabul ediliyor. 1 Bununla birlikte, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkının bir insan hakkı olarak da tanınması karşısında bu yayında “insan hakları” kavramının kullanıldığı durumlarda kavram dar şekilde değil, çevreyi de içeren geniş anlamıyla anlaşılmalıdır.
BM Genel Kurulu’nun 1998 yılında kabul ettiği İnsan Hakları Savunucuları Bildirgesi, uluslararası belgelerde korunan hak ve özgürlükleri (insan haklarını) savunmanın kendisini bir hak olarak tanıyıp devletlere de hak savunucularını koruma ve destekleme yükümlülüğü getiriyor. Bu bildirgeden doğan “insan hakları savunucusu” kavramı, bireysel veya başkalarıyla birlikte, evrensel olarak tanınan insan haklarının ve temel özgürlüklerin geliştirilmesini, korunmasını ve hayata geçirilmesini sağlamak amacıyla barışçıl şekilde hareket eden kişileri tanımlamak için kullanılıyor. Günümüzde, temel hak ve özgürlüklere dair uluslararası belgelerde geçen “insan hakları savunucusu” kavramı yerine “hak savunucusu” ifadesinin tercih edilmeye başlandığı görülüyor.2 Bunun nedenleri arasında “insan hakları” kavramında soyut kalan “insan” öznesinin kadınların ve LGBTİ+’ların maruz bırakıldığı ihlalleri göz ardı etmesi ile haklarla ilgili ekolojik hakları ve hayvan haklarını dışlaması yer alıyor.
2014 – 2020 yılları arasındaki BM İnsan Hakları Savunucularının Durumuna İlişkin Özel Raportörü Michel Frost, ekolojik mücadeleye odaklandığı 2016 yılı raporunda “insan hakları savunucusu” kavramını su, hava, toprak, flora ve fauna da dahil olmak üzere çevreyle ilgili insan haklarını kişisel veya mesleki kapasiteleri dahilinde ve barışçıl bir şekilde korumaya ve geliştirmeye çalışan kişi ve grupları ifade edecek şekilde kullanıyor.3 Hak savunucularının “yaptıklarına” odaklanan bu tanımlama, gazeteci, aktivist, avukat gibi çevresel bozulmayı, yıkımı veya toprak gaspını (land grabbing) ifşa eden ve bunlara karşı çıkan profesyonellerin yanı sıra kırsalda veya kentte yaşayan ve hak savunucusu olarak hareket ettiklerinin farkında bile olmayan yöre sakinlerini, yerli halkların veya yerel toplulukların üyelerini de kapsıyor.4
Bu çalışmada, haklarla ilgili ekolojik hakları ve hayvan haklarını dışlayan insan merkezli yaklaşımı bertaraf etmek niyetiyle Özel Raportör’ün tanımını benimsiyoruz. BM Özel Raportörü’nün tanımlamasını benimsemekle birlikte, raporundaki “environmental human rights defenders” ifadesini, “hak savunucusu” şekliyle kullanmayı tercih ediyoruz. Bu tercihimiz ardında, “çevresel insan hakları savunucuları” olarak tercüme edilebilecek bu ifadeyle ekolojik mücadele işaret ediliyor olmakla birlikte Türkiye’de ekolojik mücadele alanında savunuculuk yürüten özneler tarafından üstünde uzlaşılmış bir ifadenin bulunmaması yatıyor. “Çevreci”, “aktivist”, “çevre aktivisti”, “doğa korumacı”, “yaşam savunucusu” gibi kullanılan farklı ifadeler temelinde hak savunusu yapan özneleri işaret ediyor. Bu nedenle, bu çalışmada “hak savunucusu” ifadesini kullanıyoruz.
I. Şirketlerin insan haklarına ve çevreye saygı gösterme sorumluluğu
Şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkilerindeki sorumluluğu ve hesap verebilirliğine ilişkin uluslararası standartların oluşturulması oldukça yeni bir gelişme. Şirketlerin doğrudan veya dolaylı olarak temel bir rol oynadıkları insan hakları ihlalleri ve çevre felaketlerinin bir ‘mesele’ olarak dile getirilmeye başlandığı 1970’leri milat kabul edersek, bugün gelinen noktada hala emekleme sürecinde olunduğunu söylemek mümkün.
Hukuk sistemleri, geleneksel olarak, insan hakları ihlallerini birey – devlet ilişkisi odağında ele alıyor ve bu ilişkide insan hakları ihlallerinin devletler tarafından gerçekleştirildiği kabul ediliyor. Dolayısıyla, şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkilerindeki sorumluluğu ve hesap verebilirliğine ilişkin hukuki düzenlemeleri devletlerin yapması gerekiyor. Ancak, devletler ve şirketler böylesi düzenlemelere, hem yerel/ülkesel boyutta hem de uluslararası boyutta direnç gösteriyor. Son yıllarda özellikle Avrupa’da bir yasalaşma dalgası kendini gösterse de bu yasaların kapsamları ve uygulaması soru işaretleri barındırıyor.
Bu esnada şirketler insan hakları ihlalleri ve çevre felaketlerine doğrudan veya dolaylı olarak neden olmaya devam ediyor; hukuk sistemleri şirketleri sorumlu tutmada yetersiz kalıyor ve şirketler cezasızlık zırhıyla korunuyor; mağdurlar ve sivil toplum ise yeni stratejiler ve yeni yöntemlerle bu cezasızlık zırhını zorluyor.
İş dünyası ve insan hakları alanı, tarihsel olarak felaketlerin ve bu karşılıklı mücadelenin de kaydını taşıyor. Bu bölümde ana hatlarıyla bu kaydı ortaya koymaya çalışacağız.
A. Tarihsel temeller (1970 – 2004)
Çok genel bir ifadeyle, iş dünyası ve insan hakları alanı, şirketlerin kâr elde etmelerinin sistematik olarak insan ve çevrenin önüne geçirilmesinin yıkıcı sonuçlarını ele alıyor ve tartışıyor. Hal böyle olunca, bu alanı tarihsel temelleri 1500’lerde başlayan Atlantik köle ticareti sürecine kadar geri götürebilmek mümkün. Köle ticareti, merkantilist dönemdeki İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (British East India Company) ve Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (Dutch East India Company) gibi ayrıcalıklı şirketlerinin uluslararası faaliyetleri, hatta Nazi döneminde işlenen suçlara karıştıkları öne sürülen sanayicilerin ve bankerlerin Nürnberg’de yargılanmaları, “ticaret yapmak” ile “insan hakları ihlallerine katkıda bulunmak” arasındaki sınırın nerede ve nasıl çizileceğini sorgulattı.5 Bu örnekler, iş dünyası ve insan hakları ilişkisine dair erken örnekler olarak anılsa da, bugünkü tartışmaların temelleri ve birbiriyle uyumlu çabalar esasen 1970’lerde ortaya çıktı.
▼ Öncelik şirketlerin korunması
1970’lerde doğrudan yabancı yatırımcıların küresel güneyde yoğunlaşması, şirketler aracılığıyla sömürgeciliğin sürdüğü eleştirilerini beraberinde getirdi. Aynı dönemde, çokuluslu şirketlerin Güney Afrika’daki yatırımlarıyla apartheid rejimine6 destek vermeleri ve bundan kar sağlamaları da dikkat çekti. Bu gelişmeler, şirketlerin insan haklarını etkileyen ticari faaliyetlerinin uluslararası düzeyde düzenlenmesi gerektiğine yönelik girişimlerin başlamasına yol açtı.
1977: Sullivan İlkeleri |
1970’lerin ortalarına gelindiğinde BM ve OECD bünyesindeki çabalar devam ederken Amerika’da bireysel bir çaba yükseldi. Baptist rahip ve General Motors’un ilk siyah yönetim kurulu üyesi Leon Sullivan, Amerikalı şirketlerin apartheid rejimine karşı durmaları için lobi faaliyetlerine başladı. Şirketleri, Güney Afrika’da iş yaparken uyacakları ilkeleri kabul etmeye çağırdı. Sullivan İlkeleri olarak anılan bu ilkeler, Güney Afrika’da iş yapan tüm Amerikalı şirketleri pasif direnişe ve ayrımcı apartheid yasalarına uymayı reddetmeye çağırıyordu.
Çalışanlara ırk ayrımı yapılmaması, eşit ve adil çalışma koşullarının sağlanması ve yaşam koşullarının iyileştirmesine yönelik 6 ilkeden oluşan Sullivan İlkeleri’ne 1984 yılında aktif direnişe çağıran 7. ilke eklendi: “Sosyal, ekonomik ve siyasi adaleti engelleyen yasa ve gelenekleri ortadan kaldırmak için çalışmak.” Sullivan İlkeleri, iş dünyasını uluslararası insan hakları standartları ile ülke yasalarının çelişmesi halinde uluslararası insan hakları standartlarını uygulamaya davet etmesi bakımından bugün Rehber İlkeler’in benimsediği önemli bir ilkenin öncülü olma niteliği taşıyor. Sullivan daha sonra 1999’da Kofi Annan ile birlikte genel amacı, şirketlerin iş yaptıkları yerlerde ekonomik, sosyal ve siyasi adaleti desteklemek olan yeni “Küresel Sullivan İlkeleri”ni açıkladı. |
1972’de BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi (ECOSOC), BM Genel Sekreteri’nden çokuluslu şirketlerin rolü ve kalkınma süreci üzerindeki etkileri ile ayrıca bunların uluslararası ilişkiler üzerindeki etkilerini araştırmak üzere kamu ve özel sektörden seçkin kişilerden oluşan bir grup (a group of eminent persons) oluşturulmasını talep etti.7 Bu grup, çalışmaları sırasında bir dizi oturum düzenledi ve iş dünyası temsilcileri, akademisyenler, STK’lar ve devletlerden görüş aldı.
1974’te hazırladıkları ‘Çokuluslu Şirketlerin Kalkınma Süreçleri ve Uluslararası İlişkiler Üzerindeki Etkisi’ başlıklı raporda çokuluslu şirketlerin rolünü, yatırımcının devleti (home state) ve ev sahibi devletle (host state) ilişkilerini, uluslararası ekonomik sisteme nasıl uyum sağladıklarını, ev sahibi devletlerin ekonomilerini ve yatırımcıların ev sahibi devletlerde yaşayan toplulukları ne şekilde etkiledikleri, kalkınmaya nasıl daha iyi katkıda bulunabileceklerini inceledi. ‘İnsan hakları’ ifadesi raporda kendine az bir yer bulsa da çokuluslu şirketler için davranış kuralları geliştirilmesi ve BM Davranış Kuralları (UN Code of Conduct) fikri böylelikle ortaya çıkmış oldu.
Seçkin Kişiler Grubu’nun önerisiyle 1974 yılında BM bünyesinde söz konusu sorunlarla ilgilenmek ve çokuluslu şirketler hakkında araştırma yapmak üzere hükümetlerarası bir Ulusaşırı Şirketler Komisyonu (Commission on Transnational Corporations) ve Ulusaşırı Şirketler Merkezi (Center on Transnational Corporations) kuruldu. Komisyon ilk toplantısında, ilerleyen yıllardaki önceliklerinin davranış kurallarının hazırlanması olduğuna karar verdi.
BM bünyesindeki çalışmaların başladığı bu dönemde, OECD bünyesinde de benzer bir gündem vardı. OECD bünyesindeki çalışmalar, özellikle, üyelerinin özdeş gelişmiş devletler olması, dolayısıyla aralarındaki görüş ayrılıklarının da daha az olması sonucunda hızlı bir şekilde ilerledi.8 BM bünyesinde çokuluslu şirketler için davranış kurallarının hazırlanması çalışmaları henüz başlamışken, 1976’da OECD Uluslararası Yatırımlar ve Çokuluslu Şirketler Deklarasyonu (Declaration on International Investment and Multinational Enterprises) kabul edildi.9
Deklarasyonu imzalayan taraf devletler,10 diğer taraf devletlerin çokuluslu şirketlerine kendi kanunları, düzenlemeleri ve idari uygulamaları bakımından yerli şirketlere uygulanandan daha kötü koşullar uygulamayacaklarını (ulusal muamele ilkesi) kabul ettiler. Örneğin, deklarasyonu imzalayan Almanya, deklarasyonu imzalayan diğer devletlerde kurulan şirketlerin Almanya’da yatırım yapması durumunda o şirketlere Alman şirketlerinin tabi olduğu kurallardan daha ağır, daha sıkı kurallar uygulamayacak, onları sanki Alman şirketleri gibi kabul edecekti.
‘Ulusal muamele ilkesi’ aynı zamanda çokuluslu şirketlerin bazı sorumlulukları olduğunu da vurguluyordu.11 Son olarak, taraf devletlerin çokuluslu şirketlerinin Deklarasyon’un ekindeki rehbere (OECD Guidelines for Multinational Enterprises – OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi) uymaları tavsiye ediliyordu.
OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi’nde çokuluslu şirketlere kamuoyunu aydınlatma, rekabet, finansman, vergilendirme, istihdam ve sanayi ilişkileri ile bilim ve teknoloji gibi konularda tavsiyeler yer alıyordu. ‘İstihdam ve sanayi ilişkileri’ başlığı altındaki çalışan hakları haricinde ‘insan hakları’ OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi’nde kendine yer bulamamıştı.
Deklarasyon’un bir diğer eki olan uygulama usullerinde (Implementation Procedures of the OECD Guidelines for Multinational Enterprises) OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi’nin düzenli olarak veya taraf devletlerden birinin talep etmesi durumunda gözden geçirileceği yer almaktaydı. Bu kapsamda, ilk gözden geçirme 1979 yılında yapıldı. Küçük bir ifade değişikliğinden ibaret olan 1979 yılındaki gözden geçirmeyi, 1984, 1991, 2000, 2011 ve son olarak 2023 yıllarında yapılan gözden geçirmeler takip etti. Ayrıca bkz. Uluslararası Standartlar
Deklarasyon ve eki olan OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi’nin kabul edilmesinin hemen ardından 1977’de Uluslararası Çalışma Örgütü, çalışma koşulları ve endüstriyel ilişkiler gibi alanlara odaklanan Çokuluslu Şirketler ve Sosyal Politika İlkelerine İlişkin Üçlü ILO Bildirgesi’ni (ILO Tripartite Declaration on Principles Concerning Multinational Enterprises and Social Policy – Üçlü ILO Bildirgesi) kabul etti.12 Üçlü ILO Bildirgesi’ne adını veren üçlü taraflı yapı, hükümetlere, işçi – işveren örgütlerine ve çokuluslu şirketlere yönelik rehber ilkeleri kapsıyordu. Toplu sözleşme, çocuk işçiliği, sağlık ve güvenlik gibi konuları kapsayan Üçlü ILO Bildirgesi’nin, OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi’ne benzer şekilde dönemsel olarak gözden geçirilmesi öngörülmüştü. Bu kapsamda 2000, 2006 ve 2017 yıllarında gözden geçirme yapıldı.
1970’lerin sonunda BM Ulusaşırı Şirketler Komisyonu davranış kuralları hazırlamak üzere çalışmalarına başladığında, söz konusu kuralların amacının ev sahibi devletlerdeki kalkınmayı teşvik etmek ve herkes için oyunun kurallarını eşitleyerek ev sahibi devlet – yatırımcının devleti ile ev sahibi devlet – çokuluslu şirket arasındaki maliyetli anlaşmazlıkları önlemek olduğu görüşündeydi. 1982’de sunulan taslak Davranış Kuralları, çokuluslu şirketlere yönelik ‘ulusaşırı şirketlerin faaliyetleri’ başlıklı bir bölüm ile devletlere yönelik ‘ulusaşırı şirketlere uygulanacak muamele’ başlıklı bir bölüm içeriyordu. Devletlere yönelik olan ve çokuluslu şirketlere nasıl muamele edeceğini, tazminat ve yargı yetkisini ele alan düzenlemelerin neredeyse tamamı, herhangi bir konsensüs bulunmadığını göstermek amacıyla parantez içine alınmıştı.13 Bu, o dönemde sermaye ihraç eden yatırımcıların devleti ve sermaye ithal eden ev sahibi devletler arasındaki yabancı yatırımcılara nasıl muamele edeceğine dair karşıt görüşlerin yansımasıydı.
Taslak Davranış Kuralları’na ilişkin görüşmelerde, yaklaşık on yıl süresince yatırımcının devleti ve çokuluslu şirketlerin ekonomik ve sosyal hedefleri ile ev sahibi devletlerin hedefleri arasındaki farklılıklara dair tartışmalar devam etti. Nihayetinde, 1992 yılında Komisyon’un çalışmaları sona erdirildi.
▼ İnsan hakları ihlallerinin gizlenemez hâle gelmesi
Farklı aktörlerin hedefleri arasındaki farklılıklar, taslak Davranış Kuralları çalışmalarını sona erdirmiş olmakla birlikte, 1980’lere gelindiğinde, taslak Davranış Kuralları fikrinin ortaya çıktığı, 1970’lerdeki “yabancı yatırımcılara yatırım yaptıkları ülkelerde nasıl muamele edilmeli” sorusuna odaklanan yaklaşımlardan uzaklaşılmıştı.
1970’lerin tartışmalarında bir aktör olarak sahnede olmayan hak sahipleri, 1980’lerde artık sahnedeydi. Çokuluslu şirketlerin uluslararası hukuktaki boşluklardan, ticaret ve yatırım anlaşmalarının sağladığı ayrıcalıklardan yararlanarak –özellikle de küresel güneyde– ev sahibi devletlerde yürüttükleri faaliyetler nedeniyle yaşam alanlarını, geçim kaynaklarını ve hayatlarını kaybediyorlardı. Buna karşılık, şirketleri hesap verebilir kılacak araçlardan yoksundular.
1984: Bhopal Felaketi |
2 Aralık 1984 gecesi Hindistan’ın Bhopal kentinde ABD merkezli Union Carbide (UC) şirketinin pestisit fabrikasından sızan metil izosiyanat gazıyla tarihteki en ölümcül endüstriyel felaketlerden biri meydana geldi. Gece boyunca, diğer kimyasallarla birlikte yaklaşık 30 ton metil izosiyanat havaya salındı. Sızıntının gerçekleştiği bölgede yaşayanlar o gece uykularından öksürükle uyanmaya başladı. Duman yayıldıkça acı içerisinde kendilerini evlerinden dışarı atıp koşmaya başladılar. UC şirketi bir ticari sır olduğu gerekçesiyle toksik maddenin adını hemen açıklamadı. Hastaneye ulaşabilenler için doktorlar ne yapacaklarını bilemedi. Fabrika yakınında yaşayan 570.000’den fazla insan zarar verici düzeyde zehirli gaza maruz kaldı. Yaklaşık 10.000 kişinin sızıntıdan sonraki üç gün içinde öldüğü tahmin ediliyor.
Bugün, 22.000’den fazla kişinin metil izosiyanata maruz kalmanın doğrudan bir sonucu olarak hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Bhopal’daki bu ölümcül felaketin üzerinden 40 yıl geçmiş olmasına rağmen ölümler devam ediyor, yarım milyondan fazla kişi ise gaza maruz kalmaları neticesinde solunum rahatsızlıkları, göz hastalıkları, bağışıklık sistemi bozukluğu, kanser gibi çeşitli hastalıklarla yaşıyor. Sızıntının yaşandığı fabrika o dönemde, UC’ye ait bir Hint şirketi olan Union Carbide India Ltd (UCIL) tarafından işletilmekteydi. Gaz sızıntısı sayısız kurumsal hatanın öngörülebilir bir sonucuydu. Binlerce insanın gaza maruz kalarak ölmesine, sakatlanmasına ve hastalığa maruz kalmasına rağmen UC, fabrikadan sızan metil izosiyanat gazının toksikolojik özelliklerine ilişkin kritik bilgileri saklayarak etkin bir tıbbi müdahalede bulunulmasını engelledi. UC, metil izosiyanat ile birlikte sızan kimyasalların ve reaksiyon ürünlerinin hiçbirinin adını bugüne kadar açıklamadı. Bhopal’daki felaketten sonra Hindistan yetkilileri ceza soruşturması başlattı. Ayrıca hem Hindistan hem de ABD mahkemelerinde hukuk davaları açıldı. Bu çabalar ya hiç ya da çok sınırlı bir sonuç verdi. Ceza soruşturması kapsamında UC’nin yönetim kurulu başkanı Warren Anderson 7 Aralık 1984’te yakalandı ve aynı gün serbest bırakıldı. Anderson, bu tarihten sonra Hindistan’a hiç gelmedi. UC, Hindistan’da kurulu UCIL’den farklı hukuki kişilik olduğunu ileri sürdü. 2002 yılında yine ABD merkezli bir şirket olan Dow Chemical, UC’nin tüm hisselerini satın aldı. 2005 yılından 2023 yılına kadar Dow Chemical soruşturma süreçlerine katılmadı. 2023 yılında ise bu sefer Dow Chemical, UC’den farklı bir hukuki kişilik olduğunu ileri sürerek tüm iddiaları reddetti. Bu süreçte, UCIL yetkilileri ve yedi Hintli yargılandı, ihmal ile ölüme sebebiyet vermekten dolayı suçlu bulundu; haklarında iki yıl hapis cezası ile para cezasına hükmedildi. Sanıklar mahkeme kararını temyiz ettiler ve verilen cezalar bugüne kadar infaz edilmedi. UC’ye karşı ABD mahkemelerinde açılan hukuk davaları 1985 yılında birleştirildi. Bu davalar, zararın Hindistan’da gerçekleşmesi ve mağdurların da Hindistan’da bulunuyor olması nedeniyle ABD mahkemelerinin yetkili olmadıkları (forum non convenience) gerekçesiyle reddedildi. 1985 yılında Hindistan hükümeti Bhopal mağdurlarını temsil etme yetkisini kendisine veren bir yasa kabul etti ve 1986 yılında Hindistan mahkemesinde Amerika’daki ana şirket UC’ye karşı 3,3 milyar ABD doları talepli bir dava açtı. Hindistan hükümeti ve UC 1989 yılında, felaketten hayatta kalanlara danışmadan, mahkeme dışında 470 milyon ABD doları tutarındaki tazminat için anlaştı. Hayatta kalanların büyük bir çoğunluğu bu tazminattan yararlanamadı.14 |
Bhopal felaketinde ortaya çıktığı gibi hem devletlerin iç hukukları hem de uluslararası hukuk, ulusaşırı faaliyet gösteren şirketlerin insan hakları ve çevreye olumsuz etkilerini ele almada yetersizdi. Bu “yönetişim boşluğu” (governance gap), şirketlerin ihlallerinin cezasız kalmasına yol açıyordu. 1970’lerden farklı olarak artık odaklanılması gereken mesele, insan hakları ihlalleri ve hesap verebilirlik konusundaki bu yönetişim boşluğunun azaltılması veya doldurulmasıydı.
Hesap verebilirliği engelleyen bu yönetişim boşluğu karşısında avukatlar, Filártiga v. Peña-Irala kararının izinden giderek esasen denizlerdeki korsanlık faaliyetlerinin yargılanmasında başvurulan 1789 tarihli bir yasa olan Alien Tort Claims Act’i (Yabancı Haksız Fiil Talepleri Yasası – ATC) yaratıcı bir şekilde kullanmaya başladı. ABD vatandaşı olmayan kişilere, uluslararası örf hukuku kapsamındaki haklarının ihlal edilmesi durumunda ABD’de dava açma hakkı tanıyan ATC’ye dayanarak ABD merkezli çokuluslu şirketlere karşı davalar açıldı. 2004 yılına kadar ATC, mağdurların ABD’deki tazminat ve hesap verebilirlik arayışında sıklıkla başvurulan hukuki yol oldu.
Filártiga v. Peña-Irala kararı |
6 Nisan 1979’da, eski Paraguaylı yetkili Americo Peña-Irala hakkında Joelito Filártiga’ya işkence edilerek öldürülmesi dolayısıyla ABD yerel mahkemesinde dava açıldı. Dönüm noktası niteliğindeki bu dava, ATC’nin insan hakları alanında uygulanmasına öncülük etti.15
Filártiga ailesinin 17 yaşındaki oğulları Joelito Filártiga, 1976 yılında kaçırılmış ve Américo Norberto Peña-Irala tarafından işkence edilerek öldürülmüştü. Polis, Joelito’nun kız kardeşi Dolly Filártiga’yı evlerinden zorla almış ve kardeşinin ağır işkence izleri taşıyan bedenini göstermişti. Aile, Joelito’nun tıp doktoru olan babası Joel Filártiga’nın muhalif siyasi faaliyetlerine misilleme olarak işkence gördüğünü iddia ediyordu. 1978 yılında Dolly Filártiga ABD’ye gelerek siyasi sığınma talebinde bulundu. Americo Peña-Irala’nın da ABD’de bulunduğunu öğrenen Dolly, Peña-Irala hakkında şikâyette bulundu ve Peña-Irala yakalanarak vize süresini doldurduğu gerekçesiyle sınır dışı edildi. Peña-Irala henüz sınır dışı edilmemişken, Joel Filártiga ve Dolly Filártiga ABD mahkemelerinde Joelito Filártiga’nın işkence edilerek öldürülmesi nedeniyle dava açarak tazminat talebinde bulundu. Dava yerel mahkeme tarafından reddedildi. Filártiga’lar karara, Peña-Irala’nın eylemlerinin BM Şartı, BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Amerikan İnsan Hakları ve Ödevleri Bildirisi ve diğer uluslararası örf hukukunu ihlal ettiğini, ATC kapsamında ABD mahkemelerinin yargı yetkisi olduğunu ileri sürerek itiraz etti. Peña-Irala, ABD mahkemelerinin yetkili olmadıkları (forum non convenience) ileri sürse de temyiz mahkemesi, “İşkenceci – kendisinden önceki korsan ve köle tüccarları gibi – tüm insanlığın düşmanı (hostis humani generis) haline gelmiştir” diyerek işkence yasağının uluslararası örf hukuku kapsamında güvence altına alındığına işaret etti ve yerel mahkemenin kararını bozdu. |
Filártiga v. Peña-Irala kararında ATC’nin, yabancılara ABD dışında gerçekleşseler bile işkence, hukuk dışı infaz gibi ağır insan hakları ihlalleri nedeniyle haksız fiil davası açabilme imkânı sağlayacak şeklindeki yorumlanması daha sonra birçok kararda kendine yer buldu ve bu şekilde ATC’nin uygulama alanı genişledi.
▼ Şirketlerin insan hakları ihlallerinden sorumluluğu tartışmaları
1990’lara gelindiğinde, ATC’ye dayanarak ardı ardına Chiquita, Unocal, Shell gibi devlere karşı ABD’de davalar açılıyordu. Ayrıca, STK’lar da çokuluslu şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkilerine ilişkin olarak ardı ardına yeni raporlar yayınlıyorlardı. Bu iki gelişme, insan hakları meselesinin sadece devletlerin meselesi olmadığını, şirketleri de ilgilendirdiğini ortaya koydu, dolayısıyla da devletlerin yanında şirketlerin de insan hakları ihlallerinin meydana gelmesindeki rolüne ilişkin bir arayış temellenmeye başladı.
Küreselleşmenin hız kazandığı, üretimin küresel bir düzleme yayıldığı 1990’ların başlarında hazır giyim, ayakkabı gibi sektörlerin üretim süreçlerinde dönüşüm yaşanmıştı ve küresel markalar ürünlerini ağırlıkla Tayland, Hindistan, Endonezya, Malezya, Bangladeş, Çin gibi ucuz emek gücünü barındıran Asya ülkelerindeki üretim birimlerine (tedarik zinciri) sipariş etmeye başlamıştı. Bu dönemde uluslararası STK’lar, çocuk işçiliği ve merdiven altı atölyeler üzerinden küresel markaların tedarik zincirlerindeki çalışma koşullarını ifşa eden raporlar yayınladılar, tüketicileri harekete geçirmeyi hedefleyen kampanyalar örgütlediler.
Şirketler ise bunu “şirket/marka itibarı” meselesi olarak gördü ve ahlaki/etik bir sorumluluk temelinde ele almaya yöneldi.16 Şirketlerin sadece kâr yaratma amaçları olmadığı aynı zamanda topluma karşı da sorumlulukları olduğu fikri etrafında davranış kuralları kabul etmeye, en iyi uygulama örneklerini hayata geçirmeye başladılar; hayırseverlik faaliyetlerinde bulundular. “Kurumsal sosyal sorumluluk” bağlamındaki bu çabalar, şirket faaliyetlerini insan hakları ihlalleri ile ilişkilendirmekten ziyade bir değer yaratmayı hedefliyordu.
1991: Nike’ın Güney Asya’daki üretiminde çalışma koşulları |
Amerikan ayakkabı ve konfeksiyon devi Nike, üretimini ucuz emek fırsatları sunan ülkelerdeki tedarik zincirlerine kaydıran ilk şirketlerden biriydi. Maliyet modelinin baskısına göre 1970’lerde Japonya’da başlayan üretimi 1980’lerde Güney Kore ve Tayvan’a, 1990’larda ise Çin ve Endonezya’ya kaydırmıştı. Bu dönemde Nike’ın yurt dışı fabrikalarında 6 milyon çift ayakkabıdan fazlasını üreten 24 binden fazla işçi çalışıyordu.17
1991’de aktivist Jeffrey Ballinger’ın Nike için Endonezya’da üretim yapan fabrikalardaki çalışma koşullarına ve düşük ücretlere odaklanan raporu, bu raporun ardından Ballinger’ın Ağustos 1992’de Harper’s Magazine dergisinde Endonezya’daki fabrikada çalışan bir işçinin maaş bordrosunu paylaştığı makalesi 1992 Barselona Olimpiyatlarındaki büyük protesto da dahil olmak üzere küresel bir boykot kampanyasını başlattı.18 Nike hızla tedarikçileri için ‘Davranış Kuralları’ kabul etti. Bu adım da şartların değişmesine etki etmedi; New York Times, International Herald Tribune, Economist gibi gazete ve dergilerde, SOMO, Oxfam, Uluslararası Af Örgütü gibi önde gelen uluslararası STK’ların raporlarında Nike’ın tedarik zincirlerindeki kötü çalışma koşulları yer almaya devam etti. Nike, Endonezya’daki tedarik zincirinde “sosyal uyumluluk denetimleri” (social audit) yapmak üzere Ernst & Young firması ile anlaştı. 1998 yılında Nike’ın kurucusu ve o yıllardaki CEO’su Phil Knight, tedarik zincirinde işçi hakları ve çalışma koşullarından kaynaklı ihlaller gerçekleştirdiğini kabul etti. Ancak, Nike’ın ve diğer küresel markaların tedarik zincirlerinde yaşanan insan hakları ihlalleri son bulmadı. |
Şirketlerin rollerini gönüllü çabalar temelinde ele almayı ve insan hakları meselesine mesafelenmeyi tercih ettikleri bu dönemde çok önemli bir kırılma yaşandı. 10 Kasım 1995’te, aralarında Nijerya’nın en sevilen yazarlarından biri olan Ken Saro-Wiwa’nın da olduğu dokuz aktivist Nijerya’da o dönem iktidarda olan askeri hükümet tarafından infaz edildi. İnfaz edilen dokuz aktivist, 1970’lerden başlayarak Nijerya’nın Ogoni bölgesindeki çokuluslu petrol şirketlerine – özellikle de Shell’e – karşı mücadele ediyordu.
Mücadelenin gerçekleştiği Ogoni bölgesine atfen “Ogoni Dokuzlusu” olarak anılan dokuz aktivistin infazı, 1970’lerde Ogoni halkı tarafından başlatılan yerel hareketi uluslararası boyuta ulaştırdı. Dolayısıyla, infaz ve ardından gelen uluslararası protestolar şirketlerin insan hakları ihlalleri nedeniyle sorumluluğu konusunda daha koordineli bir uluslararası hareketin ve tartışmanın başlangıç noktasını oluşturdu.19
1995: Ken Saro-Wiwa’nın askeri hükümet tarafından infaz edilmesi |
Nijeryalı yazar ve aktivist Ken Saro-Wiwa’nın öncülüğünü yaptığı Ogoni Halkının Yaşamını Sürdürmesi Hareketi (Movement for the Survival of Ogoni People – MOSOP)20, 1970’lerden bu yana Nijer Deltası’nda çıkarılan petrolle çokuluslu şirketler ve bir dizi insan zengin olurken, sızıntıların ve yakılan gazın Ogoni bölgesinde çevrenin tamamen kirlenmesine yol açarak, ekolojik bir felaket yaşanmasına sebep olduğunu savunuyordu. MOSOP, çevrenin tahrip edilmesine ve burada yaşayan on binlerce kişinin geçim kaynaklarının çokuluslu petrol şirketlerince yok edilmesine karşı geniş çaplı protestolar örgütledi. Bu protestoların Nijer Deltası’ndaki faal petrol kuyularını ortak işleten Shell ve Nijerya hükümeti için önemli bir endişe kaynağı olduğu biliniyordu.
1993 yılının başında MOSOP, Shell’in Ogoni bölgesinde artık faaliyet yürütmesinin istenmediğini ilan etti. Mayıs 1994’te ise MOSOP’a muhalif olduğu bilinen dört Ogoni şefi öldürüldü ve Nijerya hükümeti herhangi bir delil göstermeksizin MOSOP’u suçladı. Aralarında Ken Saro-Wiwa’nın da bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. Ken Saro-Wiwa, Barinem Kiobel, Saturday Dobee, Paul Levura, Nordu Eawo, Felix Nuate, Daniel Gbookoo, John Kpuinen ve Baribor Bera dört Ogoni şefinin ölümü ile ilişkili olmaları şüphesi ile tutuklandı, gözaltındayken defalarca işkenceye ve çeşitli kötü muameleye maruz kaldı. Ogoni Dokuzlusu haklarında açılan davada ölüm cezasına mahkûm edildi. O dönemde, uluslararası STK’lar yargılamanın siyasi bir amaca hizmet ettiği ve taraflı olduğuna dair kaygılarını dile getirdi. 10 Kasım 1995’te Ogoni Dokuzlusu asılarak infaz edildi ve hiçbir işareti olmayan bir mezara defnedildi. Shell her zaman reddetse de birçok STK, Shell’in MOSOP protestolarına karşı uygulanan şiddet ve ağır insan hakları ihlallerinde önemli bir rol oynadığını farklı araştırmalarıyla ortaya koydu. Örneğin, Uluslararası Af Örgütü, 2017 yılında yayınladığı araştırmasıyla Shell’in birçok ağır insan hakkı ihlalinin yaşanabileceğini bilmesine rağmen MOSOP’un protestolarını bastırmak için askerlerden destek istediğini, Shell yöneticilerinin düzenli olarak Nijeryalı üst düzey hükümet yetkilileriyle bir araya gelerek hükümetin Ken Saro-Wiwa ve MOSOP’la başa çıkma stratejisini görüştüğünü, defalarca protestoların ekonomik etkisinin altını çizerek hükümeti sorunu çözmeye çağırdığını şirket dokümanları ve tanık beyanları ile kanıtladı.21 |
Bu süreçte, Taslak Davranış Kuralları’na ilişkin görüşmelerin 1992’de sona erdirilmesinden sonra BM bünyesinde yeni çalışmalar için adımlar atılıyordu. Bu adımlardan ilki, 1998 yılında BM İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesine Dair Alt-Komisyon’un (UN Sub-Commission on the Promotion and Protection of Human Rights) çokuluslu şirketler için kurallar oluşturmakla görevlendirilmesiydi. Bu görevlendirme sonucunda ortaya çıkan ‘Ulusaşırı Şirketlerin ve Diğer İşletmelerin Sorumlulukları Üzerine Taslak Normlar’ (The Draft Norms on the Responsibility of Transnational Corporations and Other Business Enterprises), şirketlerin de uluslararası insan hakları hukuku kapsamında yükümlülükleri olduğuna dayanıyordu ve insan haklarına ilişkin olarak devletlerin yükümlülüklerini aynen şirketler için de geçerli kılıyordu.
Devletler ve şirketleri yükümlülükler bakımından eşitleyen Taslak Normlar, dayandığı bu tartışmalı fikir dolayısıyla rafa kaldırıldı. 2003 yılında Alt-Komisyon tarafından onaylanan Taslak Normlar, 2004 yılında kabul edilmesi için İnsan Hakları Komisyonu’na sevk edildi ancak bu kabul hiçbir zaman gerçekleşmedi. İnsan Hakları Komisyonu, Alt-Komisyon’a çalışması için teşekkür etti; Taslak Normlar’ın faydalı unsurlar ve fikirler içerdiğini, ancak hukuki bir dayanağı olmadığını belirtti.22
BM bünyesindeki bir diğer adım ise yeni bir milenyumun arifesinde, Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu sırasında açıklandı. O tarihteki BM Genel Sekreteri Kofi Annan, iş dünyası liderlerini küresel pazara insani bir yüz verecek ortak değer ve ilkelerden oluşan ‘küresel ilkeler’ oluşturmaya davet etti.23 Bu davetinin ardından Annan, 2000 yılında baş-mimarlarından birinin John Ruggie olduğu BM Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni (UN Global Compact) açıkladı24. Başlangıçta insan hakları, çalışma standartları ve çevre alanlarını kapsayan dokuz ilkeye dayanan Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne, 2004 yılında ‘yolsuzlukla mücadele’ alanındaki onuncu ilke eklendi.
İsmindeki ‘sözleşme’ çok taraflılığı çağrıştırıyor olsa da Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne yerel ülke ağları25 üzerinden tek taraflı beyanla imzacı olunuyor ve imzacılardan her yıl 10 ilke doğrultusundaki çalışmalarını raporlamaları (Communication on Progress – İlerleme Bildirimi Raporu) bekleniyor26. On ilkenin ilgili yıl içerisinde nasıl hayata geçirildiği ve bu yöndeki çabaların açıklandığı bu raporların içerikleri bir inceleme ya da denetimden geçmiyor. Küresel İlkeler Sözleşmesi Ağı’nın web sayfası üzerinden erişilebilen raporlar, esas olarak şirketlerin ‘sürdürülebilirlik’ konusundaki raporlarından ibaret.27
Kendisini ‘dünyanın en geniş kurumsal sürdürülebilirlik inisiyatifi’ olarak tanımlayan Küresel İlkeler Sözleşmesi Ağı, iş dünyasını stratejileri ve operasyonlarını insan hakları, emek, çevre ve yolsuzlukla mücadele konularındaki evrensel ilkelerle uyumlu hale getirmeye ve sosyal hedefleri ilerleten eylemlerde bulunmaya çağırıyor.
On ilke, BM’nin insan haklarına ilişkin evrensel olarak kabul edilmiş bildirgelerine ve sözleşmelerine dayansa da bağlayıcı olmayan ve gönüllülük esasına dayanan Küresel İlkeler Sözleşmesi temelde kurumsal sosyal sorumluluk ve sürdürülebilirlik alanlarına ilişkin bir öğrenme platformu.
Küresel İlkeler Sözleşmesi ve 10 İlke |
İnsan Hakları İlke 1: İş dünyası, ilan edilmiş insan haklarını desteklemeli ve haklara saygı duymalı. İlke 2: İş dünyası, insan hakları ihlallerinin suç ortağı olmamalı. |
Çalışma Standartları İlke 3: İş dünyası, çalışanların sendikalaşma ve toplu müzakere özgürlüğünü desteklemeli. İlke 4: Zorla ve zorunlu işçi çalıştırma uygulamasına son verilmeli. İlke 5: Her türlü çocuk işçi çalıştırılmasına son verilmeli. İlke 6: İşe alım ve işe yerleştirmede ayrımcılığa son verilmeli. |
Çevre İlke 7: İş dünyası, çevre sorunlarına karşı ihtiyati yaklaşımları desteklemeli. İlke 8: Çevresel sorumluluğu artıracak her türlü faaliyete ve oluşuma destek vermeli. İlke 9: Çevre dostu teknolojilerin gelişmesini ve yaygınlaşmasını desteklemeli. |
Yolsuzlukla Mücadele İlke 10: İş dünyası, rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla savaşmalı. |
B. Yeni bir dönem:
İlkeli Pragmatizm (2005 – 2011)
İş dünyası ve insan hakları alanına ilişkin BM bünyesindeki çabaların 1970’lerden başlayan seyrine baktığımızda, bir çabanın başarısızlıkla sonuçlanmış olmasının çalışmaları sona erdirmediğini, meselenin BM gündeminde kalmaya devam ettiğini görüyoruz. Taslak Davranış Kuralları görüşmeleri 1992 yılında sona erdirilirken, çalışmalar akademisyenler ve insan hakları uzmanlarından oluşan Alt-Komisyon’a aktarılmıştı. Bu çalışmanın ürünü olan Taslak Normlar 2004 yılında rafa kaldırılırken de benzer şekilde yeni bir görevlendirme yapılmıştı. İnsan Hakları Komisyonu, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nden ulusaşırı şirketlerin sorumluluğu konusunda mevcut girişimlerin ve standartların kapsamı ve yasal statüsünü ortaya koyan bir rapor oluşturmasını istemişti.
2005 yılında BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin sunduğu rapor üzerine İnsan Hakları Komisyonu, Davranış Kuralları, Normlar gibi düzenleyici bir araç geliştirmek değil, standartları netleştirmek amacıyla BM Genel Sekreteri’nden insan hakları, ulusaşırı şirketler ve diğer işletmeler alanında bir özel raportör atanmasını istedi. 2005 yılında John Ruggie bu göreve atandı.
Harvard Üniversitesi’nde profesör olan John Ruggie, küreselleşmenin kural ve ilke inşa etme üzerindeki etkisine odaklanarak uluslararası ilişkiler çalışmalarına önemli akademik katkılarda bulunmuştu. 2021 yılında hayatını kaybettikten sonra “Pratik bir insandı, bir uygulayıcıydı.”28 diye tanımlanan Ruggie, akademik çalışmalarının yanında BM’de üstlendiği farklı görevlerde de uygulayıcı yanını hayata geçirdi. Dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın da yakın çalışma arkadaşı olan Ruggie, 1997-2001 yılları arasında BM Stratejik Planlamadan Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yaptı ve Annan’ın yeni bir milenyum eşiğinde kalıcı bir iz bırakmayı hedeflediği projeleri olan BM Küresel İlkeler Sözleşmesi ve Milenyum Kalkınma Hedefleri’nin baş-mimarlarından biriydi. Kısacası John Ruggie, atandığı bu göreve uzak ya da yabancı değildi. 2005-2011 yılları arasında İnsan Hakları ve Ulus Ötesi Şirketler ve Diğer Ticari İşletmeler konusundaki Özel Temsilci olarak görev yaptı.
▼ Ruggie’nin ilk çalışmaları
Ruggie, Özel Temsilci olarak göreve başladığında BM’deki manzara ise şöyleydi: Tıpkı devletler gibi sadece çokuluslu şirketlerin değil tüm şirketlerin de uluslararası insan hakları hukuku uyarınca yükümlülükleri olduğunu esas alan Taslak Normlar’a sivil toplum aktörleri sahip çıkarken genel olarak Batılı devletler ve özel sektör net bir şekilde karşı çıkmıştı. Küba hariç olmak üzere gelişmekte olan ülkeler ise sessiz kalmıştı.29 Yani, meselenin ana aktörleri masadan kalkmış, sadece sivil toplum kalmıştı. Devletlerin ortak bir amaç etrafında bir araya geldiği uluslararası örgüt olan BM’nin ana aktörlerden devletlerle teması kendi içinde elbette vardı. Özel sektörle olan teması ise sınırlı olarak Küresel İlkeler Sözleşmesi sağlıyordu.
Özel Temsilci olarak Ruggie’ye verilen görev ise çok tanımlıydı: Hangi uluslararası insan hakları standartlarının şirket davranışlarını düzenlediğini belirlemek ve insan haklarının korunmasında devletlerin ve işletmelerin ilgili rollerini açıklığa kavuşturmak. Ancak Ruggie, daha başlangıçta, eksik olduğunu tespit ettiği ‘belirleyici bir odak noktası’nı sağlamak gibi iddialı bir hedefle yola çıktı:
“Geniş çapta yayılmış çabalar ve kümülatif değişimden oluşan bir model tasavvur ettim. Ancak bu tür çabaların bir araya gelmesi ve birbirini güçlendirmesi için ilgili aktörlerin etrafında toplanabileceği belirleyici bir odak noktasına ihtiyaç vardır. Bu odak notasını sağlamak benim stratejik amacım haline geldi.30 (…) Bana verilen görevin kapsamını yalnızca bir araştırma ve yazma çalışması olarak değil, açmaza girmiş bir politika tartışmasını yeniden çerçevelemek ve küresel standartlar ve hâkim politika rehberliği oluşturmak için küresel bir kampanya olarak gördüm.”31
Bu alıntıdan da anlaşılabileceği gibi Ruggie, esas olarak iş dünyası ve insan hakları alanında söz kuran, belirleyici ve tüm aktörler tarafından benimsenecek küresel standartlar oluşturmak istiyordu. Özel Temsilcilik görevi bunun bir aracı olmuştu.
İlk aşamada Ruggie, görev kapsamı çerçevesinde mevcut durumu belirlediği ve açıklığa kavuşturduğu raporunu hazırladı. İnsan Hakları Komisyonu, görev süresini uzatarak Ruggie’yi bu sefer, iş dünyası ve insan hakları gündeminin en iyi şekilde nasıl ilerletileceğine dair öneriler geliştirmeye davet etti. Bu sürecin sonunda Ruggie ‘Koruma, Saygı Gösterme ve Giderim: İş Dünyası ve İnsan Haklarına ilişkin Çerçeve’32 (Protect, Respect and Remedy: a Framework for Business and Human Rights – ‘Çerçeve’) başlıklı önerisini sundu. Ruggie’nin görev süresi, hazırladığı kavramsal Çerçeve’nin nasıl işlerlik kazanacağını ortaya koyması için tekrar uzatıldı ve sonunda da nihai ürünü olan Rehber İlkeler ortaya çıktı.
BM nezdinde 1970’lerde başlayan çabalar, İnsan Hakları Konseyi’nin, ticari faaliyetlerin insan hakları üzerindeki olumsuz etkilerini önlemek ve ele almak için küresel bir standart sağlayan BM “Koruma, Saygı Gösterme ve Giderim” Çerçevesini Uygulamak için İş Dünyası ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri oybirliğiyle kabul etmesiyle –en azından şimdilik– başarıya ulaştı.
▼ Rehber İlkeler’in arka planı
Çabaların on yıllar boyunca nihayete erememesi bu süreçte küresel gündemin önemli değişimlerden geçmiş olmasıyla ilişkili olsa da Taslak Normlar’ın ardında bıraktığı aktörler bakımından son derece bölünmüş ve çıkmaza girmiş bir ortamdan oybirliğine uzanan süreç Ruggie’nin benimsediği yaklaşım ve yaptığı tercihlerin –hatta oynadığı küçük oyunların– bir sonucuydu.
“Bu nedenle, ilkeli pragmatizm olarak adlandırdığım bir yol izleyeceğimi en başından beri açıkça belirttim.”33
Ruggie, 2006 yılında sunduğu ilk ara raporunda benimseyeceği yaklaşımını şu sözlerle açıklamıştı: “İnsan haklarının iş dünyasıyla ilgili̇ olarak geliştirilmesi̇ ve korunmasının güçlendirilmesi̇ ilkesine sarsılmaz bir adanmışlığın, en önemli̇ olduğu yerde – [yani,] insanların günlük yaşamlarında – değişimi yaratmada en iyi neyin işe yaradığına dair pragmatik bir bağlılıkla bir araya getirilmesi.”34
‘İlkeli pragmatizm’ olarak adlandırdığı yaklaşımının Rehber İlkeler’e giden yolu nasıl döşediğine ana hatlarıyla bakacak olursak şunları mutlaka söylememiz gerekir35:
- Öncelikle Ruggie, meselenin ana aktörlerini masadan kaldıran Taslak Normlar’ı tamamen reddederek işe başladı. Taslak Normlar’ı reddetmesi, şirketlerin insan hakları ihlalleri nedeniyle ‘doğrudan’ sorumlu olabileceği temelinden de ayrılacağı anlamına geliyordu. Şirketleri böylelikle masaya geri getirdi.
- Ruggie’ye verilen görev, tüm paydaşlarla devamlılık arz eden bir biçimde istişarelerde bulunmasını da içeriyordu ve bu paydaşlar, devletler ve hükümetler-arası örgütlerin yanı sıra iş dünyası, işveren örgütlenmeleri, işçi örgütlenmeleri, yerli halklar dahil olmak üzere ihlallere maruz kalan bireyler ve topluluklar ile sivil toplum olarak sayılıyordu. Ancak, Ruggie istişare sürecine iş dünyası ve işveren örgütlenmelerini, işçi örgütlenmeleri, hak sahipleri ve sivil toplumdan daha kapsamlı bir şekilde dahil etti.
- Özellikle iş dünyasına hitap eden bir dil kullanmayı tercih etti. Kimi durumlarda iş dünyasının aşina olduğu bir terminolojiyi seçti ve kullandı. ‘İnsan hakları durum değerlendirmesi’ (human rights due diligence) kavramı bunun bir örneği. Ya da ‘ihlal’ (violation) yerine ‘etki’ (impact) ve ‘suistimal’ (abuse) kavramlarını tercih etmesi durumunda olduğu gibi.
- Meselenin ana aktörleri olan devletler ve iş dünyasını, erken bir aşamada geri adım atamayacakları bir pozisyonda bıraktı. 2008 yılında İnsan Hakları Konseyi’ne sunduğu Çerçeve, birbiriyle ilişkili üç sütun üzerinde yükseliyordu: Uluslararası insan hakları hukuku uyarınca devletlerin, şirketlerin insan hakları zararlarına karşı koruma yükümlülüğü, bir toplumsal beklenti olarak şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu, mağdurların yargısal ya da yarı-yargısal etkili giderim hakkı. Devletlerin var olan yükümlüklerini hatırlatan, iş dünyasına yeni bir yükümlülük getirmeyen Çerçeve büyük itirazla karşılaşmamıştı. Çerçeve’nin nasıl hayata geçirileceğini – yani, her bir sütun altında devletlerin ve şirketlerin yapması gerekenleri – ele alan Rehber İlkeler’e sıra geldiğinde ise devletler ve iş dünyası, üç yıl önce itiraz etmedikleri Çerçeve’nin ete kemiğe bürünmüş halini de reddedemediler.
- İnsan Hakları Konseyi’nde oylamaya açılmasının getireceği kabul edilmeme riskini gözeterek Ruggie, Rehber İlkeler’in müzakere edilmesinden özellikle kaçındı:“Her ne pahasına olursa olsun, görevimin yasal bir metin üzerinde uzun hükümetler arası müzakerelerle hapsolmasından veya saptırılmasından kaçınmak istedim ki bunun en iyi sonucu vermediğini ve hatta muhtemelen verimsiz olacağını düşündüm. İş dünyası ve insan haklarının derhal uygulanabilecek ve gelecekteki ilerlemelerin yapılabileceği yetkili politika terimlerine sıkıştırılacak parametrelerini ve çevrelerini anlamak çok önemliydi.36 “İnsan Hakları Konseyi’nde kararlar, Konsey üyesi devletlerden hiçbirinin oylama istememesi ve/veya karşı oy kullanmaması halinde oybirliğiyle kabul edilir. Ruggie, bunu sağladı. Bununla da sınırlı kalmadı, müzakere edilmemiş olmasının Rehber İlkeler’in meşruiyetini sorgulatmaması için İnsan Hakları Konseyi’nde alınan kararda devletlerin benimsediği (endorsed) ifadesinin kullanılmasını teklif etti.37 Bunu da sağladı.
Devletlerin Koruma Yükümlülüğü Şirketlerin Saygı Gösterme Sorumluluğu Zarar Görenlerin Etkili Çözüm Yollarına Erişimi Devletlerin, bireyleri iş dünyası gibi devlet-dışı aktörlerin insan hakları ihlallerinden koruma yükümlülüğünü esas alıyor. Devletlerin uluslararası insan hakları hukukundan doğan koruma yükümlülüğü, şirketlerin insan hakkı ihlalinde bulunmamasını sağlamak anlamına geliyor. Bunun için devletlerin etkili politikaları ve buna uygun yasal düzenlemeleri yürürlüğe sokması; şirketlerin insan hakları ihlallerini önlemek, soruşturmak, cezalandırmak ve mağdurların zararlarını gidermek için uygun adımları atması gerekiyor.
Şirketlerin devletler gibi yükümlülükleri olmadığıı, ancak insan haklarına saygı gösterme sorumlulukları olduğuna dayanıyor. Bu sorumluluk uyarınca şirketler, her şeyden önce insan haklarını ihlal etmekten kaçınacak; eğer insan hakları üzerindeki olumsuz etkileri olursa bu durumda da söz konusu olumsuz etkileri ortadan kaldıracak. Olumsuz etkilerin ortadan kaldırılması ise bu etkilerin önlenmesi, azaltılması ve uygun hallerde giderilmesi anlamına geliyor.
Tüm bu sorumluluklarını yerine getirmek için şirketlerin faaliyetlerinin olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerini tanımlaması ve bu olumsuz etkileri ele almaya elverişli politika ve prosedürleri izlemesi gerekiyor.
Uluslararası insan hakları belgelerinde insan hakkı olarak tanınan giderim hakkına erişimi esas alıyor. Şirketlerin neden olduğu insan hakları ihlallerine maruz kalanların çeşitli çözüm yollarına erişiminin sağlanması gerekiyor.
Bu yükümlülük hem devletlere hem de şirketlere ait. Devletlerin, şirket faaliyetlerinin yol açtığı insan hakları ihlallerinin etkili bir şekilde ele alınabilmesi için yargısal ve yarı-yargısal şikâyet mekanizmalarını sağlaması ve mağdurların bu yollara erişimlerinin önüne engel koymamaları gerekiyor.
Şirketlerin ise, şirket faaliyetlerinden olumsuz etkilenebilecek bireyler ve topluluklardan gelen şikâyetleri ele almak için etkili şikâyet mekanizmaları sağlamaları gerekiyor.
C. Rehber İlkeler’den sonrası
“Bu Rehber İlkeler ne işe yarar? Ve nasıl okunmalıdır? Rehber İlkeler’in Konsey tarafından onaylanması, kendiliğinden, iş dünyası ve insan haklarına dair sorunları sona erdirmeyecektir. Ancak, umut verici uzun vadeli diğer gelişmeleri engellemeksizin üzerine kümülatif ilerlemenin adım adım inşa edilebileceği ortak bir küresel eylem platformu oluşturarak, başlangıcın sonunu işaret edecektir.”38
John Ruggie’nin 2011 yılında Rehber İlkeler’i İnsan Hakları Konseyi’ne sunarken ifade ettiği “başlangıcın sonu” o zaman için sahada tam da karşılığını bulamamıştı. Ruggie ve Rehber İlkeleri özellikle ihlale maruz kalanlar ve sivil toplum tarafından itiraz ve endişeyle karşılanmıştı. Talep ve beklenti iş dünyasının hukuksal sorumluluğun şemsiyesi altına alınmasıyken, ortaya çıkan şey iş dünyasının hukuksal sorumluluğun baskısından kurtarılması, dönemin ruhuna – neoliberal yönetimselliğe – uygun olarak insan haklarına dair standartları kendilerinin tartıştığı, oluşturduğu ve uyguladığı öz-düzenlemelerin tanınması ve bunlara değer atfedilmesiydi. Halihazırda, istişare süreçlerinde de daha kapsamlı yer verilen iş dünyası, bu yolla kendi kurallarını ‘yönetişim ilkeleri’ olarak olgunlaştırabilecek, dolaşıma sokabilecek ve nihayetinde hâkim kurallar haline getirebilecekti. Bu itiraz ve endişeler yersiz değildi.
Rehber İlkeler, devletler ve iş dünyasını iki ayrı ‘sütun’da ele alırken yükümlülük – sorumluluk ayrımını esas alıyordu. Devletler bakımından yükümlülükler, iş dünyası bakımından ise sorumluluklar tanımlanıyordu. İhlal halinin ifade edilmesinde ise, devletlerle ilişkili olduğu durumlarda ‘ihlal’ (violation) terimi kullanılırken, iş dünyası ile ilişkili olduğu durumlarda ‘olumsuz etki’ (adverse impact) terimi kullanılıyordu. Ve dahası Rehber İlkeler’in kendisi, ‘sorumluluk’ ifadesinin hukuki bir yükümlülük içermediğini ifade ediyordu.39
İş dünyasından insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu yerine getirmesi için faaliyetlerinin olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerini tanımlamaları ve ayrıca bu olumsuz etkileri ele almaya elverişli politika ve prosedürleri izlemeleri bekleniyor, insan hakları durum tespiti süreci (human rights due diligence) saygı gösterme sorumluluğunun merkezine oturtuluyor ama tüm bunların ihlali durumu için bir sonuç, yaptırım öngörülmüyordu.
İlkeli pragmatizmi sağlamak adına çokuluslu şirketlerin başka ülkelerde kurduğu bağlı şirketlerin faaliyetlerinden sorumlu olup olmayacağı ya da çokuluslu şirketlerin merkezinin olduğu ülkede yargı yetkisi (forum non conveniens) olup olmayacağı gibi temel birçok konuyu ele almayan Ruggie’nin görevi başladığı yerde mi sona ermişti?40 Rehber İlkeler’in 2011’de kabul edilmesinin ardından 2012 ve 2013 yıllarında art arda yaşanan iki felaket –ki, bunlar ne ilkti ne de son oldu– kendilerini ‘kurumsal sorumlu’ addeden şirketlerin iş hukuki sorumluluğa geldiğinde nasıl hukukun boşluklarına sığındıklarını gösterdi. Peki, o zaman gerçekten de ne değişmişti?
2012: Ali Enterprises fabrikasında çıkan yangın |
11 Eylül 2012 akşamı saat 6 civarında Karaçi, Pakistan’daki Ali Enterprises fabrikası alevler içinde kaldı. Ali Enterprises, çalışan yangın söndürme ekipmanı veya yangın alarmı olmayan, sadece tek bir işlevsel yangın çıkışı bulunan, yerel ve uluslararası düzenlemelerin göz ardı edildiği bir bina olarak açık bir ölüm tuzağıydı.
Yangın sırasında işçiler, binanın içinde malzemelerle bloke edilmiş kaçış yolları, kilitli çıkış kapıları ve parmaklıklı pencerelerin ardında mahsur kaldı. Bazı işçiler, dört katlı binanın parmaklık gerektirmeyecek kadar yüksek olduğu düşünülen katlarındaki pencerelerden atlayarak kaçmayı başardı. Yangında 260 işçi öldü, 50’den fazla işçi yaralandı. Yangının söndürülmesinden sonra Alman perakende şirketi KiK’in “Okay Men” adlı markasını taşıyan Almanca etiketli kot pantolon demetleri de bulundu. Yangından kurtulanlardan biri, “İnsanların çıkmasını engellediler, böylece kıyafetleri [KiK’in kotlarını] kurtarabileceklerdi” dedi. KiK’in yöneticileri de Ali Enterprises’ın ana müşterilerinden biri olduğunu saklamıyordu. Verdikleri demeçlerinde 2011’de fabrikada üretilen ürünlerin en az %70’inin kendilerine ait olduğunu söylüyorlardı. İngiltere’de bulunan Forensic Architecture, tanıkların anlatımları, açık kaynaklı veriler ve fabrika planlarını temel alarak yangının nasıl meydana geldiğini modellediği bir çalışma yaptı.41 İşçilerin, yanan binanın içinde kilitli acil çıkış kapılarının ve parmaklıklı pencerelerin ardında nasıl mahsur kaldığını ortaya koydu. Yangından sadece üç hafta önce İtalyan denetim şirketi RINA tarafından denetlenen ve uluslararası kabul görmüş SA8000 standardı kapsamında “sosyal sorumlu bir işyeri” olarak sertifikalandırılan fabrika hiç de öyle değildi. KiK, bu “trajik bireysel vaka” hakkında üzüntü ve sempati gösterdi ve ‘kurumsal sorumlu bir şirket’ olarak ailelere gönüllü olarak bir milyon ABD doları ödedi.42 Fakat sıra sorumluluğa geldiğinde ise hukukun boşluklarına sığınmayı tercih etti. Yangından etkilenen işçiler ve hayatını kaybedenlerin ailelerinin yaşam ücretinin çok altında geliri vardı ve yangın öncesinde de hayatlarını idame ettirmekte zorlanıyorlardı. Yangından sonra hayatta kalanlar tedavi masraflarını, hayatını kaybedenlerin aileleriyse günlük geçimlerini karşılamayacak duruma geldiler. 2015 yılında, yangından kurtulan bir kişi ve yangında ölen işçilerin üç yakını olmak üzere dört kişi Almanya’da KiK aleyhine hukuk davası açtı. Dortmund Bölge Mahkemesi, Ocak 2019’da taleplerin zamanaşımına uğradığını tespit ederek davayı reddetti. |
2013: Rana Plaza’nın çökmesi |
2013 yılında, Ali Enterprises fabrikasındaki yangından sadece yedi ay sonra, bu sefer Bangladeş’in başkenti Dakka’da sekiz katlı Rana Plaza çöktü. Rana Plaza’da çok sayıda dükkân, bir banka ve tekstil fabrikaları bulunuyordu. 23 Nisan günü Rana Plaza’da çatlaklar oluşmuş ve banka, dükkân ve ofislerin bulunduğu alt katlara girişler durdurulmuştu. Ancak, tekstil fabrikalarında çalışan işçiler için durum böyle olmamış, çalışmaya zorlanmışlardı. Bu tekstil fabrikalarında 3000’in üzerinde işçi çalışıyordu.
24 Nisan günü Rana Plaza çöktü ve 1134 işçi öldü, 2500’den fazla işçi yaralandı. 1984’de Bhopal’daki gaz faciasından sonra en büyük endüstriyel kazaydı Rana Plaza. Rana Plaza’da çalışan işçiler de tanınmış moda markalarına üretim yapıyordu. Hatta aralarında Türkiye’den markalar da vardı. Felaketten birkaç ay önce Alman sertifikasyon şirketi TÜV Rheinland, Rana Plaza’daki tekstil üreticisi Phantom Apparel’in üretim tesislerini “sosyal denetim” kapsamında denetlemişti. Ali Enterprises fabrikasındaki yangın, Rana Plaza’nın çökmesi ve benzer birçok felaket gösteriyordu ki burada mesele “trajik bireysel vakalar” değil, tüm bir sektörün iş modeli. |
Berlin Almanya’da bulunan European Center for Constitutional and Human Rights (ECCHR), hukuk yollarını kullanarak devletlerin ve şirketler gibi devlet-dışı aktörlerin insan hakları ihlalleri nedeniyle sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan bir STK. Ali Enterprises yangını sonrasında Almanya’da açılan davada davacıları temsil etti. Rana Plaza’nın çökmesinden sonra da önce 2015’te Rana Plaza binasında bulunan bir tekstil fabrikası için sosyal denetim yapan Alman sertifikasyon şirketi TÜV Rheinland’ı üyesi olduğu Business Social Compliance Initiative’e (BSCI) şikâyet etti. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün standartlarını temel alan ve güvenlik ve çalışma koşullarını izleyerek iyileştirmeyi amaçlayan BSCI, denetim firmalarının sorumluluğu ve yaptırımlarıyla ilgili konuların açıklığa kavuşturulması gerektiğini kabul etti.
Daha sonra 2016 yılında ECCHR, başka STK’lar ve sendikalarla birlikte TÜV Rheinland’a karşı OECD Rehberi’nin Almanya’daki şikâyet mekanizmasına – Ulusal Temas Noktası’na (NCP) – başvurdu.43 Almanya NCP’si nihai kararında tekstil sektöründe fabrika denetimlerinde reform ihtiyacını kabul etti; işçi temsilcilerinin daha güçlü katılımının sağlandığı denetim şirketleri, standart belirleyici kuruluşlar, üreticiler, perakendeciler ve sendikalarla bir diyalog kurulmasını önerdi. Ayrıca bu diyalog, denetim raporlarının şeffaflığı ve bağımsız izleme gibi konuları ele alması gerektiğini belirtti.
Rehber İlkeler’e yöneltilen en büyük eleştiri, şirketlerin insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri dolayısıyla uluslararası insan hakları hukuku ile bağlı olduklarına dair bir sözü olmamasıydı. Ancak, bu eleştiri aradan geçen zamanda dereceli olarak hafiflemeye başladı. Yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi ECCHR ve dünyanın farklı yerlerinde benzer amaca sahip STK’lar, hak sahipleri ve hak savunucuları ile birlikte şirketleri insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri dolayısıyla hesap verebilir kılmak için verdikleri mücadelelerine Rehber İlkeler’in standartlarını da kullanarak devam etti, ediyor.
Bugün şirketler, faaliyetleriyle neden oldukları veya katkıda bulundukları insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkileri azaltma veya ortadan kaldırma konusunda yeterli adımları atmaktan kaçınsalar ya da hareketsiz kalsalar da neden saygı yükümlülükleri olduğunu, bunun şirketlerle nasıl bir ilgisi olduğunu tartışmıyoruz.
Kabul edilmesinden bugüne kadar geçen sürede Rehber İlkeler, iş dünyasının insan hakları sorumlulukları konusunda birçok değişimin referansı oldu. İçerdiği standartlar, OECD Rehberi ya da Üçlü ILO Bildirgesi gibi metinlere aktarıldı. OECD Rehberi’nin şikâyet mekanizması, kendisine yapılan başvurular özelinde bu standartların nasıl hayata geçirilmesi gerektiğini değerlendiriyor ve burada bir içtihat birikiyor. Son on yılda birçok devlet, kısmen ya da büyük ölçüde Rehber İlkeler’in standartlarını esas alan yasalar kabul ediyor. BM nezdinde oluşturulan Çalışma Grubu, bireysel şikayetleri değerlendiriyor. BM İnsan Hakları ve Ulus Ötesi Şirketler ve Diğer Ticari İşletmeler konusundaki Hükümetlerarası Açık Uçlu Çalışma Grubu, hukuken bağlayıcı belge (legally binding instrument) çalışmalarını devam ettiriyor.44
Ticari faaliyetlerin insan hakları üzerindeki etkisi ve devletlerin yükümlülüğü, BM’nin iki ayrı sözleşme organı tarafından değerlendirildi. İlk olarak 2013 yılında BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin organı olan Çocuk Hakları Komitesi, “Özel Sektörün Çocuk Hakları Üzerindeki Etkileri Konusunda Devletin Yükümlülükleri” başlıklı Genel Yorum 16’yı yayınladı.45 Özel sektörün çocuk hakları üzerindeki etkilerinin son yıllarda daha da arttığını tespit eden BM Çocuk Hakları Komitesi, genel yorumunda devletlerin, ticari faaliyetlerin çocuk hakları üzerindeki etkileriyle ilgili yükümlülüklerini netleştirdi ve bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi için devletlerin alması gereken önlemleri belirledi.
Daha sonra 2017 yılında, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin izleme organı olan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi, “Ticari faaliyetler bağlamında devlet yükümlülükleri” başlıklı Genel Yorum 24’ü yayınladı. Devletlerin, Rehber İlkeler bağlamında koruma yükümlülüğünü her zaman yerine getirmediğine dair tespitler sonucunda Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi, genel yorumunda devletlerin koruma yükümlülüğünü Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi bağlamında ele aldı.46
Bunlar bir yana, şirketler insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri konusunda hesap vermemek için buldukları boşluklardan yararlanmaya devam ediyor. Devlerin ikili yatırım anlaşmaları örneğin bu boşluklardan biri. Seslerini yükseltenleri sessiz bırakmak için yargı mekanizmalarını kullanıyorlar. İngilizce kısaltmasıyla anılan SLAPP’ler yani, kamu katılımına karşı davalar, bugün global bir sorun. İklim krizi ise yepyeni bir mücadele alanı.
Tüm bu gelişmeler ve yeni direnç konularında ilerlerken Rehber İlkeler – haklı olarak itiraz edilen düzenlemelerine rağmen – önümüzde şirketlerin sorumluluğunu tartışabileceğimiz yollar açtı. Rehber İlkeler bu yolları kendi kendine açmadı, hak sahipleri, STK’lar ve hak savunucularının muazzam çabası ve ısrarı ile oldu bu. Sivil toplum aktörleri, bağlayıcı, doğrudan yükümlülükler içermemesi üzerinden Rehber İlkeler’i bir kenara itmediler, 10 yıllık sürede bu ilkeleri mücadelelerinde temel aldılar. Kolay bir süreç zaten değil, o nedenle ilerleme de istenilen hızda olmuyor; fakat, yeni bir zemin sağladığı da tartışmasız.
II. Uluslararası standartlar
İş dünyasının insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu, esas olarak uluslararası standartlar düzeyinde tanımlanıyor. Yasalar gibi bağlayıcılığı olmayan bu standartlar, yumuşak hukuk (soft-law) olarak adlandırılıyor. Bu bölümde uluslararası standartların en kapsayıcı olanlarını –Rehber İlkeler ve OECD Rehberi’ni– ele alacağız. Ele alacağımız bu standartlar, haklar bağlamında bir sınırlama getirmiyor ve evrensel olarak kabul edilmiş tüm insan haklarını kapsamına alıyor. Bunun yanında Üçlü ILO Bildirgesi gibi çalışma koşullarına yönelen, dolayısıyla haklar bağlamında daha sınırlı kalan uluslararası standartlar da mevcut.
A. Rehber İlkeler
Ruggie’nin izlediği ilkeli pragmatizmin bir sonucu olarak ortaya çıkan Rehber İlkeler, bugün sadece iş dünyası ve insan hakları alanındaki OECD Rehberi ya da Üçlü ILO Bildirgesi gibi diğer standartlara yön vermedi, aynı zamanda sonraki bölümlerde yakından bakacağımız yeni bir yönelime, “yeni nesil yasalar”a da temel oluyor.
Bu bölümde, 31 ilke ve her bir ilkeye eşlik eden açıklayıcı metinden (commentary) oluşan Rehber İlkeler’in devletler için, iş dünyası için ve ayrıca etkili giderim yollarına ilişkin standartlarını inceleyeceğiz.
▼ Devletlerin koruma yükümlülüğü
Rehber İlkeler’in devletlere yönelik ilkelerin yer aldığı ilk sütunu, uluslararası insan hakları hukukunun bir yansıması olarak devletlerin, bireyleri iş dünyası gibi devlet-dışı aktörlerin tehditlerinden ve ihlallerinden koruma yükümlülüğünü esas alıyor (Rehber İlke 1-10).
Devletlerin ‘koruma yükümlülüğü’, temel hakları ihlal etmesinden değil, bu hakların ‘garantörü’ olmasından kaynaklanıyor.47 Hakların garantörü olması sadece devletin hakları ihlal etmemesi (örneğin, işkence etmemesi, ifade özgürlüğünü kısıtlamaması gibi) anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, üçüncü kişilerin haklarına müdahale etmesine karşı da bireyleri koruması anlamına geliyor. Bu yükümlülüğü yerine getirebilmesi için devletin makul ve uygun önleyici ve koruyucu adımlar atması (örneğin, yaşam hakkını yasa ile koruması, adil yargılanma hakkı çerçevesinde tercüman sağlaması gibi) gerekiyor.48 Ne gibi önleyici ve koruyucu önlemleri alacağını belirleme yetkisinin ise devletin kendisine ait olduğu kabul ediliyor.
Rehber İlkeler, devletlerin bireyleri iş dünyasının insan hakları ihlallerine karşı koruma yükümlülüğünü tekrar ediyor ve bu koruma yükümlülüğünün gerektirdiği önleyici ve koruyucu önlemlerin etkili politikalar ve mevzuat yoluyla söz konusu ihlallerin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması ve ortaya çıkan zararın telafi edilmesi için uygun adımların atılması olduğunu işaret ediyor (Rehber İlke 1).
Burada önemli bir vurguya dikkat çekmek gerekir. İş dünyası ve insan hakları alanında devletler ve şirketlere yönelik standartları belirlemeyi amaçlayan ve bağlayıcı olmayan Rehber İlkeler’de “zorundadır” fiili sadece iki ilkede geçiyor. İlki, ilk sütunda, devletlerin bireyleri iş dünyasının insan hakları ihlallerinden koruma zorunluluğu (Rehber İlke 1), diğeri ise, üçüncü sütunda, etkili bir çözüm yoluna erişimi sağlamak için devletlerin uygun adımları atma zorunluluğu (Rehber İlke 25).
Devletlerin koruma yükümlülüğünün ilk ilkede ortaya konan bu çerçevesi, sonraki ilkelerde detaylandırılıyor. Genel hatlarıyla bahsedecek olursak koruma yükümlülüğü gereği devletlerin yerine getirmesi gerekenleri şöyle sıralayabiliriz (Rehber İlke 1-7):
-
-
- Her şeyden önce devletlerin, şirketlerin insan haklarına saygı göstermelerini amaçlayan ya da buna etkisi olan etkili bir politikası ile yasal ve idari çerçevesi olmalı; şirketlerden insan haklarına saygı göstermeleriyle ilgili beklentisini (yani, şirketlerin neler yapmaları gerektiğini) devletler açık bir şekilde ortaya koymalı.
- Şirketlerin ihlalleri önleyecek etkili hükümler yasal mevzuatında (kanun, yönetmelik gibi) olmalı ve bu hükümlerin ihlali durumunda etkili bir soruşturma yürütülmesini, ihlalin cezalandırılmasını ve oluşan zararların telafi edilmesini sağlayacak yargısal usuller olmalı. Ayrıca, belirli aralıklarla bu yasaların yeterliliğini değerlendirmeli, boşluklar varsa bunlar ele almalı.
- Devletler, ticaret kanunu gibi doğrudan şirketlerle ilgili yasalar ve politikaların, şirketlerin insan haklarına saygı gösterme yükümlülüğünü engellememesi, aksine kolaylaştırmasını sağlamalı.
- Devletler, faaliyetlerinde insan haklarına nasıl saygı gösterecekleri konusunda şirketlere rehberlik sağlamalı.
- Şirketleri insan hakları üzerindeki etkilerini nasıl ele aldıklarını paylaşmaya teşvik etmeli, gerektiğinde bunu zorunlu kılmalı.
- Devlete ait veya devlet tarafından kontrol edilen şirketlerin ya da eylemlerinin başka bir şekilde devlete atfedilebildiği şirketlerin (örneğin, aralarında hizmet ilişkisinin bulunması durumu gibi) ihlallerine karşı ek adımlar atmalı.
- Yaygın insan hakları ihlallerine uygun bir ortamın oluştuğu çatışma bölgelerinde ihlallere karışmaması için şirketlere yardımcı olmalı.
Tüm bunlar aslında devletlerin koruma yükümlülüğünün pasif bir yükümlülük değil, önleyici tedbirler alması, düzenleme yapmasını gerektiren aktif bir yükümlülük olduğunu da gösteriyor. Bu aktif yükümlülük ise ancak ulusal, uluslararası, zorunlu ve gönüllü olmak üzere farklı seviyelerdeki ‘tedbirlerin maharetli karışımı’yla yerine getirilebilir. 49
Gerçek bir maharetli karışım, insan haklarının korunmasını en üst düzeye çıkarabilmek için devletlerin bu dört yönü de ele alması anlamına gelir 50:
Ulusal | Uluslararası | |
Zorunlu | Ulusal
Zorunlu |
Uluslararası
Zorunlu |
Gönüllü | Ulusal
Gönüllü |
Uluslararası Gönüllü |
Rehber İlkeler’in devletlere yönelik ilkelerin yer aldığı ilk sütununa ilişkin üç konuyu özellikle vurgulamak gerekir. Bunlardan ilki, politikaların tutarlılığı (Rehber İlke 8). Politikaların tutarlılığı, iş dünyası ve insan haklarına ilişkin meselelerin sadece belli alanları, belli bakanlıkları değil, farklı devlet politika alanlarını ve bakanlıkları kapsadığı anlamına geliyor. Bu nedenle de devletlerin hem belirli bir birimdeki farklı politikalar arasında dikey olarak hem de farklı devlet birimleri arasında yatay olarak tutarlı yaklaşımlar benimsemeleri çok önemli.
Türkiye bakımından iş dünyası ve insan hakları, ilk defa İnsan Hakları Eylem Planı 2021-2023’te “Kamuoyunun İnsan Hakları Farkındalığının Artırılması” başlığı altında kendine yer buldu: “BM İş Hayatı ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri dikkate alınarak iş ve çalışma hayatına ilişkin ulusal rehber ilkeler hazırlanacak ve farkındalık artırıcı faaliyetler düzenlenecektir.” 51 Eylem planının uygulama takviminde ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı sorumlu kurum olarak belirlendi ve bu hedef için 1 yıl süre öngörüldü.52
İş dünyası ve insan haklarını sadece ‘iş ve çalışma hayatı’ bağlamında ele almak ve bununla ilişkili olarak da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı sorumlu kurum olarak belirlemek tam olarak Rehber İlkeler kapsamındaki yükümlülüklere aykırılık teşkil ediyor.
İkincisi, yatırım anlaşmaları. Devletlerin taraf olduğu ikili ya da çok taraflı yatırım anlaşmalarının neden olduğu iş dünyası ve insan hakları meseleleri, devletlerin koruma yükümlülüğünü doğrudan ilgilendiren önemli bir sorun alanı. 53 İkili (veya başka türden) yatırım anlaşmaları, yatırım çekmenin bir yöntemi olarak sıklıkla başvurulan bir model. 54
Yatırım anlaşmalarının belli bir yatırımın gerçekleşmesini sağlamayı, varsa önündeki engellerin kaldırılmasını amaçlayan doğası birçok örnekte görüldüğü gibi yatırımın insan hakları ve çevre üzerinde olumsuz etki yaratması ihtimalini hesaba katmamakta ve çatışan yükümlülükler doğurmakta. Uyuşmazlıkların çözüm yolu olan yatırım tahkimi süreçlerinde ise devlet ve yatırımcı arasındaki uyuşmazlık, ticaret/yatırım hukuku kuralları uygulanarak çözümlenmekte. Birçok durumda, devletler aleyhine karar verilmekte ve yüksek meblağlı tazminat tutarları vatandaşların vergisiyle karşılanmakta. Bu yayının hazırlandığı dönemde güncelliğini hala koruyan Alamos Gold’un başlattığı yatırım tahkimi sadece Türkiye için güncel bir örnek değil, yatırım anlaşmalarının neden olduğu iş dünyası ve insan hakları meselelerinin önemli örneklerinden biri.
Kirazlı Altın Madeni Projesi ve Alamos Gold’un başlattığı yatırım tahkimi süreci |
Kirazlı Altın Madeni Projesi, Kanadalı maden şirketi Alamos Gold’un iştiraki Doğu Biga Madencilik ile işletmeyi planladığı, 2009 yılında maden ruhsatları devralınan Kazdağları yöresindeki zenginleştirilmiş altın madeni projelerinden biri. Maden alanı Çanakkale il merkezine 25 km uzaklıkta.
Kazdağları yöresi önemli doğa ve kültür alanlarından birisi. Dağ ve orman ekosistemlerini içeren Kaz Dağları, sahip olduğu biyolojik ve kültürel zenginlikle içinde bulunduğu yörenin en önemli şekillendiricisi. Bu yörede farklı statülerde çok sayıda doğa koruma alanı ile yedi alt havza bulunuyor ve aynı zamanda yörenin %43’ünü (730.588 hektar) tarım alanları oluşturuyor. Maden alanının Çanakkale’nin içme suyunu sağlayan tek su kaynağı Atikhisar Barajı ile aynı su havzasında yer alıyor olması, işletme aşamasında altın ayrıştırması için maden sahasında yaklaşık 20 bin ton siyanür kullanılacağının öngörülmesi, dolayısıyla siyanürle birlikte arsenik gibi birçok ağır metalin de ortaya çıkacak olması, yürütülecek altın madenciliği faaliyetinin çevre, tarım ve sağlık başta olmak üzere çok ciddi risklere yol açacağını gösteriyor.55 Yöre halkı, Çanakkale’deki STK’lar ve hak savunucuları Proje’ye karşı çok uzun zamandır hukuki ve toplumsal mücadele yürütüyorlar. Ancak, 2019 ortalarında toplumsal muhalefet geniş kitlelere yayıldı. Buna Proje’nin maden sahasında yapılan ağaç tıraşlaması ve toprağın üst kısmının sıyrılmasını ortaya çıkartan görüntüler sebep oldu. TEMA Vakfı’na göre, maden sahası ve yol bağlantıları için kesilen ağaç sayısı 195 bindi. Toplumsal muhalefetin ülke çapında geniş kitlelere yayılması, Alamos Gold’un Hollanda-Türkiye İkili Yatırım Anlaşması’na dayanarak Türkiye’ye karşı uluslararası yatırım tahkimi sürecini başlatmasına giden süreci beraberinde getirdi. Daha önce yetkililer, yapılan tüm faaliyetlerin ÇED’e uygun olduğunu savunur ve Proje’ye desteklerini açıklarken, artan kamuoyu baskısıyla Alamos Gold’un süresi dolan izin ve ruhsatları yenilenmedi. İzin ve ruhsatların zamanında yenilenmemesi de izin ve ruhsatların iptaline neden oldu. Bunun sonucunda Alamos Gold, proje faaliyetlerini askıya almak zorunda kaldı. Bu aşamada Kanadalı bir şirket olan Alamos Gold, hisselerini Hollanda’da kurulu paravan şirketine devretti. Yani, “anlaşma alışverişi” olarak adlandırılan yönteme başvurdu. 20 Nisan 2021’de yaptığı basın açıklamasıyla artık Hollandalı bir şirket olan Alamos Gold, Hollanda-Türkiye İkili Yatırım Anlaşması’na dayanarak Türkiye’ye karşı “kamulaştırma ve haksız ve eşit olmayan muameleye’ tabi tutulduğu iddialarıyla tahkim davası açmayı planladığını duyurdu. Tahkim süreci, Dünya Bankası’na bağlı Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıkların Çözümü Merkezi’nde (ICSID) devam ediyor 56 ve Alamos Gold, 1 milyar ABD dolarından fazla tazminat talep ediyor. 1986 tarihli Hollanda-Türkiye İkili Yatırım Anlaşması, çerçeve, sosyal, çevresel ve insan hakları gibi öncelikleri kapsamıyor ve yabancı yatırımcıların siyasi ve ekonomik risklerden korunmasını amaçlıyor. |
Bu bağlamda Rehber İlkeler, devletlerin yatırımcıları korumasını sağlarken, bu tür anlaşmaların insan haklarını korumak için de yeterli düzenlemeleri içermesini sağlama ve uluslararası politikalarının tutarlılığını sağlama yükümlülüğünün altını çiziyor (Rehber İlke 9 ve 10).
Rehber İlkeler’in ilk sütununa ilişkin vurgulanması gereken diğer konu ise üçüncü sütun ile arasındaki bağ. Koruma yükümlülüğünün bir parçası olarak devletlerin kendi egemenlik alanlarında gerçekleşen ihlallere karşı, idari ve hukuki uygun araçları kullanarak ihlale maruz kalanların etkili çözümlere erişimini sağlamak için etkili adımları atması gerekiyor (Rehber İlke 25-31).
Rehber İlkeler’in kabul edilmesinin ardından devletlerin ilk çabaları yoğunluklu olarak Ulusal Eylem Planı (National Action Plan) hazırlamaya yönelikti.57 İçinde bulunduğumuz dönemde, yani Rehber İlkeleri’nin uygulanmasının ikinci on yılında ise ulusal ve bölgesel düzeylerde bağlayıcı yasal düzenlemelerin benimsenmesi yönünde bir yaklaşımın geliştiğini görüyoruz. Ayrıca bkz. Ulusal Yasalar
▼ Şirketlerin saygı gösterme sorumluluğu
Rehber İlkeler’in iş dünyasına yönelik ilkelerin yer aldığı ikinci sütununda ise saygı gösterme sorumluluğunun kapsamı ve bu sorumluluğun şirketler için ne anlama geldiği ele alınıyor (Rehber İlke 11-24). Saygı gösterme sorumluluğunun farklı boyutlarına bakmadan önce bu sorumlulukla ilgili Rehber İlkeler’de yer alan bazı temel noktaları vurgulamak gerekir:
-
-
- Her nerede faaliyet gösterirse göstersin, tüm şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk, büyüklükleri, sektörleri, çalışma alanları, mülkiyeti ve yapısı ne olursa olsun, tüm şirketler için geçerlidir; buna kamu ticari kuruluşları ve devlet yatırımları da dahildir. Şirketlerin saygı gösterme sorumluluğunu yerine getirmek için kullanacakları yöntemler farklılık gösterebilir ama temelde saygı gösterme sorumluluğunun varlığı değişmez.
- Saygı gösterme sorumluluğu, şirketlerin kendi işyerlerinde ve kendi çalışanlarına karşı iş hukukundan doğan bir sorumluluk değildir. Bu sorumluluk, faaliyetlerinden etkilenen herkese karşı bir sorumluluktur. ‘Herkes’ kavramı, sadece hak sahiplerini değil, örneğin hak savunucularını da içerir.
- Bu sorumluluk, uluslararası düzeyde kabul edilmiş tüm hakları içerir. Şirketler, bu geniş hak yelpazesindeki haklardan bazılarını seçip bazılarını dışarıda tutamaz. Faaliyetleri bazı hakları diğerlerine göre doğrudan etkileyebilir ya da bazı hakları daha yakından etkileyebilir. Bu durumda şirketlerin bu haklar bakımından daha kapsamlı bir şekilde hareket etmesi beklenir. Bu, dolaylı olarak etkilenen ya da daha az etkilenen haklara yönelik sorumluluklardan muaf oldukları anlamına gelmez.
- İş dünyasının saygı gösterme sorumluluğu, devletlerin kendi insan hakları yükümlülüklerini yerine getirme becerilerinden ve/veya istekliliğinden bağımsızdır. Devletler yükümlülüklerini yerine getirmeseler de şirketler, insan haklarına saygı göstermek zorundadır.
- Şirketler saygı gösterme sorumluluğuna, sadece mevzuata uyum olarak yaklaşmamalıdır. Bu sorumluluk hatta bundan daha fazlasını gerektirir. Şirketler ulusal mevzuata ve uluslararası düzeyde kabul edilmiş haklara saygı göstermek zorundadır. Ulusal düzenlemelerle uluslararası düzenlemelerin birbiriyle çelişmesi durumunda ya da ülke koşulları bu sorumluluğu tam yerine getirmeyi imkansızlaştırdığı durumlarda, şirketler uluslararası düzeyde kabul edilmiş insan hakları standartlarına uymalıdır.
- Rehber İlkeler, insan haklarına saygı gösterme sorumlulukları bağlamında iş dünyasına bir yol haritası sunmaktadır. Bu yol haritası ‘risk temelli’ bir yaklaşımı gerekli kılar. Ancak, burada şirketlerin dikkate alması gereken şirkete yönelik riskler değil, insanlara ve çevreye yönelik risklerdir. İnsan ve çevre odağı, saygı gösterme yükümlülüğünün merkezidir.
- Saygı gösterme sorumluluğu, şirketlerin sadece kendi operasyonlarını kapsamaz, aynı zamanda değer zincirlerindeki tüm iş ilişkilerini de kapsar.
- Şirketler, hayırseverlik veya kurumsal sosyal sorumluluk gibi yollarla insanlar ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri telafi edemezler.
Peki, insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu şirketler için ne anlama geliyor? Saygı gösterme sorumluluğu uyarınca şirketler, insan haklarını ihlal etmekten kaçınmalı ve dahil oldukları olumsuz etkileri ortadan kaldırmalıdır (Rehber İlke 11). Rehber İlkeler şirketlere sadece ihlal etmekten kaçınmak gibi pasif değil, aynı zamanda aktif bir sorumluluk da getiriyor. Şirketlerin dahil oldukları olumsuz etkileri ortadan kaldırmaları ise olumsuz etkilerin önlenmesi, azaltılması ve uygun hallerde giderilmesi için gerekli tedbirleri almalarını gerektiriyor (Rehber İlke 11 Açıklayıcı metin).
İnsan haklarına saygı gösterme sorumluluğu şirketler için 3 temel adımı içeriyor (Rehber İlke 15):
Adım 1: Politika taahhüdü
Şirketlerin öncelikle, insan haklarına saygı göstereceklerine ilişkin kamuya açık bir taahhüdünün olması gerekiyor. Bu politika taahhüdü, şirketin en üst kademesi tarafından onaylanmalı ve şirketin tüm operasyon ve süreçlerine yansımalı.
Adım 2: İnsan hakları durum tespit süreci
Şirketlerin faaliyetlerinin insan haklarına yönelik mevcut ve potansiyel olumsuz etkilerini değerlendirdiği, bu olumsuz etkilerini önlemek ve azaltmak için önlemler aldığı, bu önlemlerin etkinliğini izlediği ve çabalarını hem şirket içinde hem de kamuoyuyla paylaştığı, anlamlı paydaş katılımıyla oluşturulan ve tek seferlik olmayan insan hakları durum tespiti süreci yürütmesi gerekiyor.
İnsan hakları durum tespiti, şirketin faaliyette olduğu süre boyunca devam eden hatta ilgili bir faaliyetin her aşamasında yeniden yürütülmesi gereken bir süreç. Bir madencilik şirketi üzerinden düşünecek olursak, şirketin faaliyetlerini devam ettirdiği sürece gerçekleştireceği her bir proje için bu süreci ayrı ayrı yürütmesi gerekiyor. Ayrı ayrı yürüteceği projelerin de kendi içindeki her bir aşamasında sürecin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Hatta, yeni ortaya çıkan durumlar karşısında (örneğin, Covid-19 pandemisi gibi) tekrarlanması gerekiyor.
İnsan hakları durum tespit süreci, şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu hayata geçirmelerinin aracı olarak tanımlanıyor (Rehber İlke 17-21). Ancak Rehber İlkeler’de insan hakları durum tespit süreci yürütülmemesi, böyle bir değerlendirme yapmaması durumunda şirketlerin hukuki bir sorumluluğunun doğacağı da belirtilmiyor.
Rehber İlkeler’in insan hakları durum tespit sürecine ilişkin düzenlemelerinde, bu sürecin yalnızca kâğıt üzerinde kalan bir faaliyet olmasını engellemek için şu bileşenlerin önemine vurgu yapılıyor:
Anlamlı paydaş katılımı (Rehber İlke 18): İnsan hakları durum tespit süreci şirketler bakımından temelde bir risk değerlendirme süreci. Ancak, bu risk değerlendirmesi şirketlerin aşina olduğu şirkete yönelik riskin değerlendirilmesi değil, şirketin faaliyetlerinin insan hakları ve çevreye olan etkilerinin değerlendirilmesi. Bu nedenle de şirketlerin faaliyetlerinin mevcut ve potansiyel olumsuz etkilerini kendilerinin değerlendirmesi değil, hakları etkilenecek bireyler ve topluluklar, hak savunucuları, sendikalar ve STK’lar gibi sahadaki paydaşlarla bir araya gelmesi ve onların katılımını sağlaması gerekiyor.Bu katılımın, bilgilendirme temelinde olmadığının altını çizmek gerekiyor. Burada katılımdan anlaşılması gereken, bu paydaşların dinlenmesi ve onların eleştiri ve endişelerinin ciddiyetle ele alınması.Benzer şekilde, buradaki risk değerlendirmesi insan hakları ve çevre üzerindeki etkilere ilişkin olduğu için Rehber İlkeler’de özellikle insan hakları ve çevre alanındaki uzmanlıklardan (bireysel uzmanlar ya da STK’lar) yararlanılması teşvik ediliyor.
Şeffaflık ve raporlama (Rehber İlke 21): İnsan hakları durum tespit süreci yürütmek kadar bunun duyurulması da önem taşıyor. Hak sahipleri ve ilgililerin, her bir proje ve faaliyetin insan hakları ve çevre üzerindeki etkisinin nasıl ele alındığını, ortaya çıkan durumlar karşısında nasıl hareket edildiğini ve alınan tedbirlerin nasıl takip edildiğini şeffaf bir şekilde öğrenebilmesi gerekiyor.
Adım 3: Olumsuz etkilerine çözüm üretmesi
Şirketler, faaliyetleri ile insan hakları ve çevre üzerinde farklı yollarla olumsuz etkide bulunabilir. Rehber İlkeler, neden olma, katkıda bulunma ve bağlantılı olarak ortaya çıkma şeklinde üç seviyede şirketlerin olumsuz etkilere dahil olabileceğini öngörüyor. Aşağıdaki tabloda, bu seviyelerin örnekleri ve olumsuz etkiler ortaya çıktığında şirketlerin ne yapması gerektiği özetleniyor.
Olumsuz etki | Örnek | Yükümlülük |
---|---|---|
Kendi faaliyetleriyle neden olma | Yeterli güvenlik önlemi almaksızın işçi çalıştırma | Ortaya çıktığında olumsuz etkisini durdurmak veya önlemek için gerekli adımları atma |
Kendi faaliyetleriyle katkıda bulunma | Siyasi muhalifler üzerinde baskı kurmak amacıyla bilgi talep eden hükümetlere internet hizmetini kullananların verisini vermek;
Birden fazla şirketin içme suyu temini için gerekli olan su kaynaklarını tüketmesi veya kirletmesi |
Ortaya çıktığında katkısını durdurmak veya önlemek için gerekli adımları atma, olumsuz etkiyi azaltmak için etki gücünü kullanma |
Dahil oldukları iş ilişkileri içinde kendi faaliyet, ürün ve hizmetleriyle doğrudan bağlantılı olarak ortaya çıkma | Şirketin bu konuda bir baskısı olmaksızın şirketin giyim ürünlerinin nakışlarının tedarikçi tarafından evlerde çocuk işçilere yaptırılması | Ortaya çıktığında diğer şirketin neden olduğu olumsuz etkiyi ortadan kaldıracak şekilde etki gücünü kullanma, bunun yetmediği durumda iş ilişkisini sona erdirme |
Her seviyenin gerektirdiği yükümlülük değişmekle birlikte şirketlerin zarar görenlere çözüm sağlamak için şirket içi süreçleri olması gerekiyor. Ayrıca bkz. Zarar görenlerin etkili çözüm yollarına erişimi
▼ Zarar görenlerin etkili çözüm yollarına erişimi
Rehber İlkeler’in üçüncü sütunu hem devletlere hem de dahil oldukları ölçüde şirketlere yönelik düzenlemeleri içeriyor (Rehber İlke 25-31). Devlet temelli yargısal, devlet temelli yargı-dışı ve yargı-dışı olmak üzere üç farklı türde zarar görenlerin etkili çözüm yollarına erişebileceği mekanizma öngörülüyor. Bu mekanizmaların birbirinin alternatifi olmadığı, mümkün olan çeşitlilikte mekanizmaların oluşturulması Rehber İlkeler’in temelinde yer alıyor.
Devlet temelli yargısal mekanizmalar, adli ve idari yargı yollarını ifade ediyor (Rehber İlke 25-26). Bu yargısal mekanizmaların zarar görenlere giderim sağlaması için devletlerin yargı yollarının etkililiğini sağlama ve hak sahiplerinin önündeki esas ve usule ilişkin tüm engelleri kaldırma yükümlülüğü bulunuyor.
Devlet temelli yargı-dışı mekanizmalar ise yargı yollarını tamamlayıcı yolları ifade ediyor (Rehber İlke 27). Böylesi mekanizmalar içinde devletlerin de bulunduğu bölgesel veya uluslararası şikâyet mekanizmalarını kapsıyor. OECD Rehberi kapsamındaki Ulusal Temas Noktaları bu mekanizmaların en tipik örneğini oluşturuyor. Ayrıca bkz. OECD Rehberi
Yargı-dışı mekanizmalar ise şirketlerin oluşturduğu mekanizmaları ifade ediyor (Rehber İlke 28-30). Şirketler bu mekanizmaları kendi bünyelerinde oluşturabilir ya da halihazırda çok paydaşlı kurumların mekanizmalarına katılım sağlayarak da bu sorumluluklarını yerine getirebilir. Bu mekanizmaların ikinci sütunun ruhuna uygun olarak önleyici özelliğe sahip olması gerektiği hatırlatılıyor. Yani, zararlara, olabilen en erken zamanda müdahale etmeyi ve çözüm üretmeyi sağlamayı amaçlamalı.
Şirketlerin işletmeleri düzeyinde oluşturacakları ya da katılacakları bu mekanizmalar, insan hakları durum tespit sürecinin de bir parçası olmalı ve en erken aşamada müdahale ederek zararın büyümesinin de önlenmesine imkân sağlamalı.
Yargı-dışı mekanizmalarla ilgili olarak (devlet temelli ve şirket mekanizmaları) Rehber İlkeler bir dizi ölçüt öngörüyor (Rehber İlke 31). Meşruluk, erişebilirlik, öngörülebilirlik, hakkaniyetli olma, şeffaflık, haklarla uyumlu olma, sürekli öğrenmenin kaynağı olma ve katılım ile diyaloğa dayalı olma şeklindeki bu ölçütler, bu mekanizmaların yapısında olması gerektiği gibi etkililiklerinin ölçülmesi için de referans noktası sağlıyor.
B. OECD Rehberi
Türkiye’nin de üyesi olduğu hükümetlerarası bir kurum olan OECD, 1970’lerin başlarında iş dünyası için kurallar oluşturma çabasına dahil olmuş ve kısa bir süre içerisinde de OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi’ni (‘OECD Rehberi’) kabul etmişti.
OECD Rehberi, sadece OECD üyesi devletlerle sınırlı olmayan katılıma açık. Bu yayının hazırlandığı tarihte 38 OECD üyesi devletin tamamı ile 14 OECD üyesi olmayan devlet OECD Rehberi’ne taraftı. 58
OECD Rehberi yıllar içerisinde gözden geçirilerek değişti. İnsan hakları, tüketici menfaatleri, çevre ve rüşvet başlıkları bu revizyonlarda eklenen başlıklar oldu.
Revizyon | Açıklama |
---|---|
1979 | Bu ilk revizyon, OECD Rehberi’ne önemli bir değişiklik getirmedi, sadece istihdam ve sanayi ilişkileri bölümündeki hükümlerden birine metinsel olarak küçük bir değişiklik yapıldı. |
1984 | Bu revizyonla üye devletler, tanıtım faaliyetleri, soruların ele alınması ve OECD Rehberi ile ilgili tüm konularda ilgili taraflarla görüşmeler yapmak ve bu bağlamda sorunların çözümüne katkıda bulunabilmek için Ulusal Temas Noktaları (NCP) kurmakla yasal olarak yükümlü kılındı. |
1991 | Global güncel meselelere uyumun gözetildiği bu revizyonun getirdiği en önemli değişiklik OECD Rehberi’ne yeni bir başlığın eklenmesiydi: Çevre. |
2000 | Yapıldığı dönemde ‘devrim’ olarak anılan bu revizyonda, yapısal olarak başlıklar yeniden ele alındı, şirketlerin faaliyetlerinden etkilenenlerin insan haklarına saygı duyması üzerine genel bir ilke dahil edildi ve iki yeni başlık eklendi: Tüketici menfaatleri, rüşvet. Bu revizyonda, NCP’lerin sorumlulukları da daha netleştirildi. |
2011 | Bu revizyon tamamen Rehber İlkeler ile uyumun sağlanmasına yönelikti. OECD Rehberi’ne yeni bir başlık olarak ‘insan hakları’ eklendi ve bu başlıktaki düzenlemeler Rehber İlkeler’i esas alacak şekilde kaleme alındı.
Bunun sonucunda, Rehber İlkeler’in üçüncü sütununda öngörülen mekanizmalardan biri olan ‘devlet temelli yargı-dışı mekanizma’ NCP’lerle hayata geçmiş oldu. |
2023 | OECD Rehberi’ne yapılan son revizyon global güncel meselelere uyum sağlama amacını taşıyordu. OECD Rehberi’nin adının ‘Çokuluslu Şirketler için Sorumlu İş Yönetimine ilişkin OECD Rehberi’ (OECD Guidelines for Multinational Enterprises on Responsible Business Conduct) olarak değiştirildiği bu revizyon, kapsamlı değişiklikler getirdi.
Bu revizyonda iklim değişikliği, biyoçeşitlilik, hayvan refahı, adil geçiş, anlamlı paydaş istişaresi, savunmasız ya da dışlanmış gruplarla ilgili risklerin dikkate alınması, hak savunucularının durumu ile değer zincirindeki işçilerin hakları OECD Rehberi’nde kendine yer buldu. Ayrıca, NCP’lerin görev ve performanslarına ilişkin düzenlemeler daha da netleştirildi. |
OECD Rehberi, temel olarak Rehber İlkeler ile uyumlu standartlara sahip olmakla birlikte özellikle son 2023 revizyonu ile birlikte Rehber İlkeler’in ötesine geçen kapsama sahip. Bu bölümde önce OECD Rehberi’nin temel standartlarına, Rehber İlkeler’le ayrıştığı ve onu aşan yanlarına değineceğiz.
Rehber İlkeler gibi OECD Rehberi de şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu esas alıyor. Ancak, Rehber İlkeler yerel şirket ve çokuluslu şirket gibi bir ayrım gözetmese de OECD Rehberi kapsamına OECD Rehberi’ni kabul eden devletlerde kurulu ya da o devletlerde faaliyet gösteren çokuluslu şirketleri alıyor. Bununla birlikte, çokuluslu şirketler için sektör, büyüklük ve sahiplik modeli bakımından bir ayrım gözetilmiyor; kapsamına giren bu çokuluslu şirketlerin (bunlar küçük veya orta ölçekli şirketler de olabilir) tümünün OECD Rehberi’ndeki standartlara uyması bekleniyor.
2023 revizyonu ile birlikte, artık çokuluslu şirketlerden OECD Rehberi’ndeki standartlara sadece kendi faaliyetlerinde değil, ayrıca değer zincirlerindeki operasyonlarında da uymaları bekleniyor.
İnsan haklarına saygı gösterme sorumluluğu, çokuluslu şirketlerin insan hakları politikasının bulunmasını, insan hakları durum tespit süreci yürütmesini ve olumsuz etkilerin giderilmesi sürecinde yer almalarını gerektiriyor. OECD Rehberi, tüm bu konularda Rehber İlkeler ile paralel esaslara sahip. 2023 revizyonu ile birlikte çokuluslu şirketlerden insan hakları durum tespit sürecinin hak sahiplerine yönelik kesişen riskleri göz önünde bulundurması, yerli halklar ve hak savunucuları gibi yüksek risk altında olanlara özel dikkat göstermesi bekleniyor. Silahlı çatışma ortamlarında veya ihlal riskinin yüksek olduğu durumlarda ise çokuluslu şirketlerin seviyesi yükseltilmiş bir insan hakları durum tespit süreci yürütmesi gerekiyor.
Rehber İlkeler’den farklı olarak OECD Rehberi, çokuluslu şirketlere olumsuz etkilerini belirlemek ve ele almak için temel araç olan insan hakları durum tespit sürecini nasıl uygulayacakları konusunda pratik rehberlik sağlıyor. OECD Sorumlu Ticari Davranış için Durum Tespiti Kılavuzu (OECD Due Diligence Guidelines for Responsible Conduct), tüm sektörlerdeki şirketlere yönelik rehberlik sağlarken, tarım, madencilik, mineraller, finans, hazır giyim ve ayakkabı, çocuk işçiliğinin önlenmesi gibi bir dizi sektörel/tematik konuda rehber de yayınlandı.59
OECD Rehberi, ‘Genel Politikalar’ başlığı altında insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun genel ilke ve standartlarına yer verirken, saygı gösterme sorumluluğunu ilişkili diğer başlıklarına da tematik olarak yayıyor. Örneğin, anlamlı paydaş istişarelerini ‘kamuoyunu aydınlatma’ başlıklı bölümde ya da ‘çevre’ başlıklı bölümde bu alanlarla ilişkili olarak derinlikli şekilde görebilmek mümkün. Ya da çevre ve iklim ilişkisi ve buna ilişkin ilke ve standartlar bu başlıkta kendi koşulları çerçevesinde ele alınıyor. Dolayısıyla, Rehber İlkeler’de genel sorumluluk çerçevesiyle ilişkili olarak yorumlanan birçok konu OECD Rehberi’nde kendi bağlamında değerlendiriliyor.
Rehber İlkeler’den farklı olarak OECD Rehberi, içerdiği standartlara uyulup uyulmadığını denetleyen bir şikâyet mekanizmasına sahip. Her ne kadar OECD Rehberi devletler tarafından çokuluslu şirketlere sorumlu iş yürütme konusunda yöneltilen ve bağlayıcılığı olmayan tavsiyeler olsa da devletlerin OECD Rehberi’ndeki ilke ve standartlara ilişkin çokuluslu şirketlere karşı yapılan şikâyet başvurularını değerlendirmek ve ortaya çıkabilecek sorunların çözümüne katkıda bulunmak üzere, diğer kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile birlikte etkin bir şekilde çalışacak NCP olarak anılan ulusal temas noktaları oluşturmaları zorunlu. NCP’ler diğer yayınımız “Hakları ve Hak Sahiplerini Ciddiye Almak: Alet Çantası”nda detaylı olarak ele alınıyor.
C. Üçlü ILO Bildirgesi
Hükümetleri, çalışanları ve işverenleri bir araya getiren BM kuruluşu olan ILO da 1977 yılında çokuluslu şirketlerin faaliyetlerine ilişkin Üçlü ILO Bildirgesi’ni kabul etmişti. OECD Rehberi gibi zaman içerisinde güncellenen bildirgenin 2017 versiyonunda Rehber İlkeler, OECD Rehberi’nin 2011 revizyonu, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ile iklim değişikliğine ilişkin Paris Anlaşması dikkate alındı.
Üçlü ILO Bildirgesi çokuluslu şirketlere yönelik ilkeleri içerse de uygulanabildiği ölçüde yerel şirketleri de kapsıyor.
Rehber İlkeler’i esas almasının sonucu olarak Üçlü ILO Bildirgesi de insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu benimsiyor ve çokuluslu şirketlerden insan hakları politikalarının bulunması, insan hakları durum tespit süreci yürütmeleri ve olumsuz etkilerin giderilmesi sürecinde yer almaları bekleniyor.
Bildirge bir ILO belgesi olduğu için çokuluslu şirketlerin istihdamla ilgili ve ilişkili sorumlulukları ele alınıyor.
III. Ulusal yasalar
İş dünyası ve insan hakları alanında 1970’li yıllardan itibaren başlayan ve standart belirlemeye yönelen çabaların sonunda bugün şirketlerin insan hakları sorumluluğu olduğu tartışmasız bir şekilde kabul görüyor olsa da şirketlerin doğrudan (bağlayıcı) sorumluluğu bulunmuyor. Asıl yükümlülük devletlere ait. Önceki bölümde yer aldığı gibi, devletlerin başta yasa yoluyla olmak üzere farklı şekillerde bu yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekiyor.
Bu bölümde, şirketlerin insan hakları sorumluluklarını ele alan yasaları ele alıyoruz. Bu yasalar, kapsamları bakımından birbirinden farklılık gösteriyor. Genel olarak değerlendirmek gerekirse, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelindeki yasalar ile sorumluluk temelindeki yasalar olmak üzere iki ana eğilim söz konusu.
Şeffaflık/açıklama ve raporlama temelindeki yasalar, temelde şirketlerin insan hakları politikaları ve etkileri hakkında bilgi vermelerini gerekli kılıyor. Şirketlerin insan hakları sorumluluklarını ele alan yasaların büyük bir kısmı bu kategoride.
Sorumluluk temelindeki yasalar ise şirketlerin durum tespit süreci yürütmeleri ve buna ilişkin mekanizmaları benimsemeleri için açık bir yükümlülük içeriyor. Bu yasaların bazıları bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi durumunda şirketlerin hukuki sorumluluğunu kabul ediyor.
Tüm bu yasalaştırma faaliyetlerinin, 2010 yılında ABD’den başlayarak doğuya doğru Avrupa’ya yayıldığını; Avrupa’daki çabaların da Rana Plaza felaketinden sonra ivme kazanmaya başladığını not etmek gerekiyor. Rana Plaza felaketinin bu yasalardaki etkisini yasaların büyük kısmının tedarik zincirindeki ihlallere yönelmesinde görebilmek mümkün.
▼ Dodd-Frank Yasası (ABD)
2010 yılında kabul edilen ve ‘Dodd-Frank Yasası’ olarak anılan Wall Street Reformu ve Tüketici Koruma Yasası (Wall Street Reform and Consumer Protection Act), 2007-2008 mali krizine yol açan finans sektörü davranışlarına yanıt olarak kabul edilen bir yasa. Dodd-Frank Yasası, ismini ise yasa tasarısını hazırlayan senatörlerin isimlerinden alıyor.
2006 yılında ABD’de yaşanan konut kredilerinin geri ödenememeye başlamasıyla ortaya çıkan ekonomik kriz, 2008 yılında ABD’nin en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers’ın batışıyla birlikte önce Avrupa’ya sonra da dünyanın geri kalanına yayılmıştı. ABD finans sistemini tüketiciler ve vergi mükellefleri için daha güvenli hale getirmeyi amaçlayan yasa, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli.
Yasa, 2012 yılında yürürlüğe girdi.
Kapsam |
Dodd-Frank Yasası, ABD borsasında işlem gören şirketlere uygulanıyor. Bu şirketlerden, ürünlerinde yer alan çatışma mineralleri hakkında kamuoyunu aydınlatmaları bekleniyor.
Çatışma mineralleri ise ‘3TG mineralleri’ olarak adlandırılan kalay (tin), tungsten, tantal, altın (gold) minerallerini kapsıyor. Bu mineraller, otomotiv ya da mücevherat gibi sektörlerin yanında herkesin günlük kullandığı cep telefonları, dizüstü bilgisayarlar veya da beyaz eşyaların üretiminde de kullanılıyor. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde (DRC) ve komşu ülkelerinden edinilen ve ticareti yapılan 3TG mineralleri özellikle silahlı gruplara finansman sağlaması ve dolayısıyla bölgedeki çatışmalara hız kazandırmasının yanı sıra çıkartılması ve nakliyesinde zorla insan çalıştırılması dolayısıyla da insan hakları ihlallerine neden oluyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Dodd-Frank Yasası kapsamındaki şirketler, ürettikleri ya da tedarik ettikleri ürünlerin DRC ya da DRC’yle uluslararası kabul görmüş bir sınırı paylaşan herhangi bir ülkede (Angola, Burundi, Güney Sudan, Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti, Ruanda, Tanzanya, Uganda ve Zambiya) elde edilen çatışma mineralleri içerip içermediğini açıklamakla yükümlü.
Şirketlerin yükümlülüğü sadece açıklama yapmakla sınırlı. Bu, şu anlama geliyor: Şirketler ürünlerinde 3TG minerallerinden herhangi birini kullanıyorsa bu minerallerin söz konusu ülkelerden mi yoksa atık/geri dönüştürülmüş kaynaklardan mı geldiğini araştıracak, söz konusu ülkelerden gelmesi durumunda 3TG minerallerin kaynağını ve tedarik zincirini ayrıntılı şekilde araştırarak araştırmasının sonuçlarını da içeren raporunu her yıl ABD borsası komisyonuna sunacak. |
Yaptırımlar |
Dodd-Frank Yasası uyarınca şirketlerin ürünlerinde kullandıkları 3TG minerallerin içeriği ve menşei hakkında tam bir bilgi verme zorunluluğu bulunuyor. Bununla bağlantılı olarak, satın alma veya tedariği sonlandırma gibi yasaklama düzenlemesi yok. Yani, şirketler DRC’den ya da komşu ülkelerden 3TG mineralleri elde ediyor olmaları nedeniyle Dodd-Frank Yasası uyarınca sorumlu tutulamıyor. |
▼ Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası (ABD)
2010 yılında kabul edilen ve 2012 yılında yürürlüğe giren Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası (California Transparency in Supply Chain Act), şeffaflığın sağlanması yoluyla tüketicilerin bilgilendirilmiş, dolayısıyla da daha sorumlu şekilde satın alma kararları vereceği fikrine dayanıyor.
Dodd-Frank Yasası gibi, Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası da şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli yasa kategorisinde.
Kapsam |
Yasa, Kaliforniya’da iş yapan ve dünya çapında yıllık brüt geliri 100 milyon ABD Dolarını aşan perakendeciler veya üreticilere uygulanıyor.
Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası, çalışma koşullarına odaklanıyor ve büyük perakendecilerle üreticilerin, tüketicilere ve kamuoyuna tedarik zincirlerinde modern kölelik ve insan kaçakçılığıyla mücadele çabaları hakkında yeterli bilgi sağlamalarını amaçlıyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Şirketlerin, tedarik zincirlerindeki kölelik ve insan kaçakçılığı ile mücadelede sarf ettikleri çabalar konusunda tüketicileri bilgilendirmesi gerekiyor. Ayrıca bu bilgilendirmeyi, herkesin görebileceği ve kolaylıkla ulaşabileceği şekilde web sayfalarında yayınlamaları da gerekiyor.
Yasanın kapsamına sadece ilk seviyedeki tedarikçiler, yani şirkete doğrudan üretim yapanlar dahil; yukarı yöndeki akışın (upstream) diğer katmanları dahil değil. |
Yaptırımlar |
Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası, şirketlerin kölelik ve insan kaçakçılığıyla mücadele için etkili̇ önlemler almalarını gerektirmiyor. Şirketlerin zorla çalıştırma uygulamasına göz yuman tedarikçilerle çalışmalarını ve çalışmaya devam etmelerini̇ de yasaklamıyor. Dolayısıyla, Dodd-Frank Yasası gibi Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası da şirketler bakımından yasaklama düzenlemesi içermiyor.
Yasa kapsamında şirketlere karşı uygulanabilecek tek yaptırım, Kaliforniya Başsavcısı tarafından şirketin yasaya uymasını talep eden ihtiyati tedbir kararı. Kaliforniya Başsavcısı’nın böyle bir kararı alabilmesi için şirketin tedarik zincirindeki potansiyel ihlalleri açıklamamasının makul bir tüketiciyi aldatabilecek kadar esaslı olması gerekiyor. Tedarik Zinciri Katmanları: Tedarik zinciri, bir ürün veya hizmetin üretimi için gereken kaynakları, faaliyetleri ve iş ilişkilerini kapsar. Tedarik zinciri genellikle hammadde sağlayan işletmelerle başlar, üretimle devam eder ve dağıtımla birlikte son kullanıcıya doğru yol alır. Tedarik zincirleri, şirkete yakınlığına göre katmanlar sistemine ayrılır. Bir hazır giyim şirketini ele alırsak, şirketin pamuklu tişörtlerinin üretimini yapan fabrika 1. seviyedeki (Tier 1) tedarikçidir. Bu fabrika, malzemelerini bir kumaş fabrikasından alır. Bu kumaş fabrikası, hazır giyim şirketinin 2. seviyedeki (Tier 2) tedarikçisidir. Buradaki 3. seviyedeki (Tier 3) tedarikçi, kumaş fabrikasına pamuk satan çiftliktir. Tedarik zincirleri içindeki farklı aşamalar operasyonların yönüne göre yukarı akış (upstream) veya aşağı akış olarak (downstream) adlandırılır. Yukarı akışoperasyonları, hammaddenin şirkete doğru akış yönünü ifade eder. Aşağı akış operasyonları ise bitmiş ürünün son kullanıcıya doğru aktığı operasyonlardır. |
▼ AB Kereste Tüzüğü
AB’nin sürdürülebilir orman yönetimini güçlendirerek yasadışı ağaç kesimini azaltma eylem planının bir parçası olarak 2010 yılında kabul edilen Kereste Tüzüğü (EU Timber Regulation EU 995/2010), menşe ülkedeki yasalara aykırı olarak kesilmiş kerestenin AB pazarına sunulmasını önlemeyi amaçlıyor.
2013’te yürürlüğe giren Tüzük, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelindeki düzenlemelerden ayrılarak durum tespit süreci yürütülmesinin öngörüldüğü ve yürütülmemesinin yaptırıma bağlandığı ilk düzenleme. Bu haliyle, sorumluluk temelli düzenlemeler arasında yer alıyor.
Ormansızlaşma ve orman alanlarının bozulmasının iklim değişikliğinin etkilerini artırarak biyoçeşitliliğe karşı bir tehdit oluşturması karşısında AB, Ormansızlaşmanın Önlenmesi Tüzüğü’nü (EU Deforestation Regulation – Regulation on Deforestation-free Products- EUDR) kabul etti. EUDR’nin uygulanması için bir geçiş süreci belirlendi. Buna göre, büyük ve orta ölçekli şirketler için uygulama 30 Aralık 2025’te başlayacak. Mikro ve küçük işletmeler için uygulama ise 30 Haziran 2026’da başlayacak.
EUDR’nin uygulama süresi başlayana kadar ise Kereste Tüzüğü yürürlükte kalacak. Bu yayının hazırlandığı tarihte EUDR uygulama aşamasına geçmediği için bu bölümde Kereste Tüzüğü’ne ilişkin bilgilere yer verdik. EUDR’nin uygulanması ile birlikte güncelleme yapacağız.
Kapsam |
AB pazarına sunulan kereste ve sert ahşap ürünler, zemin kaplaması, kontrplak, kâğıt hamuru ve kâğıt dahil geniş bir yelpazedeki kereste ürünlerine ilişkin düzenlemeler içeren Regülasyon, AB’de veya AB dışında kesilmiş olması fark etmeksizin kereste ve kereste ürünleri AB pazarına ilk sunan şirketlere uygulanıyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Regülasyon, şirketlere sattıkları kerestenin yasadışı olarak kesilmiş olma riskini değerlendirmek ve azaltmak için etkin adımlar atmakla yükümlü kılıyor. Kerestenin yasadışı olarak kesilmiş veya ticaretinin yapılmış olması riskini değerlendirmek için şirketlerin bir durum tespit süreci yürütmeleri ve bir sistem geliştirmeleri veya kullanmaları gerekiyor.
Durum tespit süreci ve sistemi, şirketlerin ithal etmek istedikleri kereste hakkında bilgi toplamasını, kerestenin yasadışı olarak kesilmiş olma riskini değerlendirmesini ve yasadışı kereste ithal etme riskini azaltmak için adımlar atmasını içermeli. |
Yaptırımlar |
Regülasyon’a göre şirketlerin yasadışı olarak kesilmiş kereste veya kereste ürünlerini AB pazarına sunmaları yasak. Durum tespit süreci ve sistemine göre riskin ihmal edilemeyecek düzeyde olduğu tespit edilirse, kereste AB pazarında satılamaz.
Regülasyon’un en önemli yanı, kereste ve kereste ürünlerinin kendisinin yasadışı olmasa bile, gerekli durum tespit sürecinin yürütülmemesinin bir suç olarak tanımlanması. İlgili yaptırımların oluşturulması ve uygulanmasından ise her AB üyesi devlet kendisi sorumlu. Ayrıca, her AB üye devletinin belirleyeceği yetkili makamların tedarik zinciri denetimlerini kontrol edebilme yetkisi bulunuyor. Bu kontrol “sonradan (ex-post) kontrol” olarak adlandırılıyor. |
▼ AB Kurumsal Sürdürülebilirlik Raporlama Direktifi
Dodd-Frank Yasası’nın ABD’de kabul edilmesinden yaklaşık dört yıl sonra benzer bir düzenlemeyi AB kabul etmişti. 2014/95 sayılı Finansal Olmayan Raporlama Direktifi (EU Non-Financial Directive) ile şirketlerin yıllık raporlarında mali olmayan konulara ilişkin bir beyana yer vermeleri öngörülüyordu. Direktif, 2023 yılına kadar uygulandı. Ocak 2023’te AB Kurumsal Sürdürülebilirlik Raporlama Direktifi (Corporate Sustainability Reporting Directive – CSRD) kabul edildi ve CSRD, Finansal Olmayan Raporlama Direktifi’nin yerine geçti.
CSRD, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli düzenlemelerden.
Kapsam |
CSRD, yerine geçtiği Finansal Olmayan Raporlama Direktifi’nin uygulandığı şirketlere (yani, AB’de kurulmuş veya borsada işlem gören ve 500’den fazla çalışanı olan kamu yararına çalışan şirketlere) ek olarak, büyük AB şirketleri ile belli kriterlerdeki AB dışı şirketlere uygulanıyor.
‘Kamu yararına çalışan şirketler,’ borsaya kote edilmiş şirketler, kredi kuruluşları ve sigorta şirketleri gibi kamuyla önemli ölçüde ilgili şirketleri kapsıyor. ‘Büyük AB şirketleri’, iki mali yıl üst üste, 50 milyon Euro net ciro, 25 milyon Euro bilanço [aktif] toplamı ve ortalama 250’den fazla çalışan kriterlerinden en az ikisini sağlayan AB şirketlerini kapsıyor. ‘AB dışı şirketler’ ise, son iki mali yıl üst üste AB ülkelerinde 150 milyon Euro cirosu olan ve buna ek olarak AB ülkelerinde bir bağlı ortaklığı bulunan ya da AB ülkelerinde bulunan bir şubesinin önceki yılda 40 milyon Euro’dan daha cirosu olan AB dışı şirketleri kapsıyor. CSRD kapsamındaki şirketlerin raporlama yükümlülükleri için kademeli bir geçiş öngörülüyor: – Finansal Olmayan Raporlama Direktifi’ne tabi şirketler 1 Ocak 2024’ten itibaren, – Büyük AB şirketleri 1 Ocak 2025’ten itibaren, – KOBİ’ler 1 Ocak 2026’dan itibaren, – AB dışı şirketler ise 1 Ocak 2028’den itibaren yükümlülüklere uyacak. |
Şirket yükümlülükleri |
CSRD, ilgili şirketlerin yıllık raporlarında ‘sürdürülebilirlik’ ve ‘başlıca olumsuz etkiler’ konularına ilişkin bir beyana yer vermelerini ve bu raporu dijital bir formatta hazırlayarak AB’nin sermaye piyasaları platformu üzerinden erişime sunmalarını gerekli kılıyor.
Şirketler, çevresel etkiler, sosyal ve yönetişimle ilgili konularda raporlama yapmak zorunda. CSRD, şirketlerin yıllık raporlarına “şirketin sürdürülebilirlik konuları üzerindeki etkilerini anlamak için gerekli bilgileri ve sürdürülebilirlik konularının şirketin gelişimini, performansını ve konumunu nasıl etkilediğini anlamak için gerekli bilgileri” dahil etmelerini gerektiriyor. Raporlarında şirketlerin sürdürülebilirlikle ilgili uyguladığı durum tespiti süreçlerini de açıklamaları gerekse de durum tespit sürecini zorunlu kılmıyor. |
Yaptırımlar |
İlgili yaptırımların oluşturulması ve uygulanmasından ise her AB üyesi devlet kendisi sorumlu. |
▼ Modern Kölelik Yasası (Birleşik Krallık)
Köleliğin, geçmişe ait bir gerçek olmayıp küresel olarak gerçekliğini kaygı verecek seviyede koruyor olması karşısında 2015’te Birleşik Krallık, Modern Kölelik Yasası’nı (Modern Slavery Act) kabul etti.
Şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli yasalar kategorisinde yer alan Modern Kölelik Yasası, esas olarak Birleşik Krallık’ta modern köleliği suç haline getirmek ve bununla mücadele etmek için mevcut mevzuatı birleştirmek ve genişletmek amacını taşıyor.
Kapsam |
Modern Kölelik Yasası, nerede kurulmuş olursa olsun, Birleşik Krallık’ta iş yapan ve hizmet sağlayan, yıllık cirosu 36 milyon İngiliz Sterlini’ni aşan şirketlere uygulanıyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Büyük ölçüde Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası’nın model olarak alındığı yasaya göre, şirketler kendi faaliyetlerinden ve küresel tedarik zincirlerinden modern köleliği ve insan kaçakçılığını ortadan kaldırmak için benimsedikleri önlemleri detaylandıran bir beyan hazırlayıp yayınlamakla yükümlü.
Bu beyan, içerik olarak şirketin modern kölelik ve insan kaçakçılığı ile mücadele etmek için attığı tüm adımları tanımlamalı. Bununla birlikte, şirketler bu tür açıklamaların biçimine ve ayrıntılarına karar vermekte özgür. |
Yaptırımlar |
Yasa, modern kölelik vakaları için mağdurlara Birleşik Krallık’ta çözüm yollarına erişimi mümkün kılmıyor.
Şirketlerin yasaya ne kadar ve nasıl uyduklarını izlemek için bir mekanizma öngörülmüyor. Bu eksikliği telafi etmek için iş dünyası ve insan hakları alanındaki önemli STK’lardan BHRRC, şirketlerin modern kölelik beyanlarının toplandığı Modern Kölelik Sicili oluşturdu. Bu çabanın ardından, 2021 yılında Birleşik Krallık hükümeti resmi Modern Kölelik Sicili’ni hayata geçirdi. 2015-2021 yılları arasındaki beyanlara BHRRC’nin oluşturduğu sicilden, 2021 sonrasındaki beyanlara ise resmi sicilden erişmek mümkün.60 |
▼ AB Çatışmalı Mineraller Regülasyonu
Dodd-Frank Yasası’ndan sonra 3TG minerallerine ilişkin düzenleme AB bünyesinde gerçekleşti. 2017 yılında kabul edilen Çatışmalı Mineraller Regülasyonu (Conflict Minerals Regulation 2017/821), 2021’de yürürlüğe girdi.
Durum tespit süreci yürütülmesini öngörmekle birlikte Regülasyon, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli yasalar kategorisinde yer alıyor.
Kapsam |
Regülasyon, çatışmadan etkilenmiş veya yüksek riskli ülkelerden çıkarılan 3TG mineralleri ithal eden AB’de yerleşik şirketlere uygulanıyor.
Dodd-Frank Yasası’nda olduğunun aksine, regülasyonda tek tek ülkeler sayılmıyor. Bununla birlikte, regülasyon ticarete odaklanıyor ve Dodd-Frank Yasası’ndan farklı olarak bu mineralleri içeren işlenmiş parçaları kapsamına almıyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Regülasyon, OECD’nin (yukarıda bahsedilen) çatışmadan etkilenmiş veya yüksek riskli bölgelerin madenlerine ilişkin Sorumlu Ticari Davranış için Durum Tespiti Kılavuzu’na atıf yapıyor ve raporlamanın ötesine geçen, şirketler için bağlayıcı bir nitelik taşıyan durum tespit süreci yürütülmesini öngörüyor. Buna göre şirketlerin tedarik zincirlerindeki olumsuz etki risklerini belirleyip değerlendirme, belirlenen risklere yanıt vermek için bir risk yönetim stratejisi uygulama, tedarik zinciri için bağımsız denetim yapma ve bunları açıklama yükümlülüğü bulunuyor. |
Yaptırımlar |
Regülasyonun uygulanmasını her bir AB üye devleti kendisi takip ediyor. Ancak, regülasyon AB üye devletlerine uygun olmayan şirket davranışları için yaptırım uygulanmasına dair bir temel sağlamıyor.
Her AB üye devletinin belirleyeceği yetkili makamların tedarik zinciri denetimlerini kontrol edebilme (sonradan (ex-post) kontrol) yetkisi bulunuyor. Üçüncü tarafların da yetkili makamlara belge sunarak bu kontrol sürecini harekete geçirebilmesi mümkün. |
▼ Şirketlerin Özen Yükümlülüğü Yasası (Fransa)
2017 yılında kabul edilen Şirketlerin Özen Yükümlülüğü Yasası (Devoir de vigilance des sociétés mères et des entreprises donneuses d’ordre), insan hakları ve çevre alanlarına ilişkin olarak durum tespit süreci yürütmeyi zorunlu hale getiren ilk yasa. Sorumluluk temelli yasa kategorisindeki yasalar arasında en geniş yaptırım imkanlarını da içermesi bakımından öncü kabul ediliyor.
Kapsam |
Şirketlerin Özen Yükümlülüğü Yasası, kapsamı Fransız ‘ana şirket’ üzerinden kuruluyor ve ana şirketlerin kendi faaliyetlerinden, kontrol ettikleri şirketlerin faaliyetlerinden ve ticari ilişki içinde oldukları alt yüklenicilerinin/tedarikçilerinin faaliyetlerinden kaynaklanan olumsuz insan hakları ve çevresel etkileri tespit etmeleri ve önlemeleri için yasal olarak bağlayıcı bir yükümlülük getiriyor.
Buna göre, birbirini takip eden iki mali yılın sonunda; (a) Fransa’da kayıtlı ofisleri bulunan şirket ve bağlı ortaklıkları bünyesinde en az 5.000 çalışanı olan veya (b) Fransa’da veya yurtdışında kayıtlı ofisleri bulunan ve hizmetinde ve bağlı ortaklıklarında en az 10.000 çalışanı olan şirketler yasanın kapsamına giriyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Yasa, kapsamına giren şirketler için çevre ve insan haklarına zarar vermeyi önleme konusunda özen yükümlülüğü öngörüyor. Buna göre şirketlerin, bir özen planı geliştirmesi ve uygulamasını, ayrıca küresel operasyonlarındaki faaliyetlerinin (yani kendi bağlı şirketlerinin veya yerleşik iş ilişkisi61 bulunan tedarikçilerinin) çevre ve insan hakları üzerindeki etkilerini nasıl belirlediklerini, önlediklerini ve ele aldıklarını içeren durum tespit süreci yürütmelerini zorunlu kılıyor. Yasada öngörülen bu adımlar, Rehber İlkeler’de insan hakları durum tespit süreci için tanımlanan adımlarla uyumlu şekilde ele alınıyor.
Şirketlerin özen planları ile bu planların uygulanmasına dair yıllık değerlendirmelerinin kamuya açık olarak yayınlanması gerekiyor. Şirketlerin özen planlarını ve yasanın uygulanmasını izlemek amacıyla farklı STK’ların oluşturduğu Özen Yükümlülüğü Radarı (The Duty of Vigilence Radar) adlı koalisyonun web sitesinden güncel olarak şirketler ve uygulamaları takip edilebiliyor.62 |
Yaptırımlar |
Bir şirketin, özen planının olmaması veya uygulanmasındaki hatalar da dahil olmak üzere, yasada belirtilen özen yükümlülüğüne uymaması durumunda;
Herhangi bir ilgili, şirkete resmi bir bildirimde bulunarak bu yükümlülüğüne uymasını talep edebiliyor. Başvuruda bulunabilecek ‘ilgililer’ yasada oldukça geniş tanımlanıyor, bu tanım STK’ları, sendikaları, hatta belediyeleri de kapsıyor. Bu yola ilaveten, yasaya göre eğer şirketin yasaya uymaması bir zarara yol açmışsa, bu durumda zarar gören tarafların zararlarının tazmini için haksız fiil düzenlemeleri kapsamında dava açma imkânı bulunuyor. |
▼ Modern Kölelik Yasası (Avustralya)
Yaklaşık iki yıl süren istişare sürecinin ardından, 2019’da Birleşik Krallık’takine benzer bir Modern Kölelik Yasası (Modern Slavery Act) Avustralya’da yürürlüğe girdi.
Yasa, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli.
Kapsam |
Yasa, Avustralya’da yerleşik veya faaliyet gösteren ve konsolide yıllık geliri en az 100 milyon Avusturalya Doları olan kuruluşlara (STK’lar ve üniversiteler de dâhil olmak üzere) uygulanıyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Yasada, şirket ve kuruluşların kendi faaliyetleri ve tedarik zincirinde modern kölelikle ilgili yıllık beyanda bulunma yükümlülüğü kabul ediliyor.
Bu beyanların şirketler/kuruluşlar arasında daha tutarlı ve karşılaştırılabilir olmasını sağlamak amacıyla bir dizi özel zorunlu raporlama kriteri yer alıyor. Beyanlar (i) raporlama yapan şirket/kuruluşun kimliği, yapısı, faaliyetleri ve tedarik zincirleri, (ii) tespit edilen modern kölelik riskleri, (iii) bu riskleri değerlendirmek ve ele almak için alınan önlemler, (iv) şirketin/kuruluşun bu önlemlerin etkinliğini nasıl değerlendirdiği ve (v) sahip olduğu veya kontrol ettiği diğer kuruluşlarla istişare sürecini detaylandırmalı. Birleşik Krallık’tan farklı olarak, yasanın kabulü ile birlikte modern kölelik beyanlarının toplandığı bir sicil de oluşturuldu. Beyanlar yayınlanmadan önce inceleniyor ve uygunlukları değerlendiriliyor. |
Yaptırımlar |
Benzerlerinde de görüldüğü gibi, yasa raporlama yapılmaması halinde ceza uygulanmasını içermiyor. Bununla birlikte raporlama yapmayanlar kamuya açık olan sicilde görülebiliyor.
Bir kuruluşun beyanda bulunmaması halinde, yetkili makam (başsavcılık) raporlama yapan kuruluştan, beyanda bulunmamasına ilişkin bir açıklamada bulunulmasını ve/veya belirli iyileştirici adımların atılmasını talep edebilir. Bu taleplere uymayan kuruluşun adı yayınlayabilir. |
▼ Çocuk İşçiliği Özen Yasası (Hollanda)
Hollanda hükümetinin tüketiciyi koruma yaklaşımının bir parçası olarak, Hollandalı son kullanıcılara tedarik edilen mal ve hizmetlerin üretiminde çocuk işçiliğinin kullanılmasını önlemek amacıyla 2019 yılında Çocuk İşçiliği Özen Yasası (Wet Zorgplicht Kinderarbeid) kabul edildi.
Yasa, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli yasalar kategorisinde yer alıyor.
Kapsam |
Yasa, Hollanda’da kurulmuş tüm şirketlere uygulanıyor. Bununla birlikte, yılda bir kereden fazla olmak üzere Hollanda pazarına ürünlerini gönderen veya hizmet sunan yabancı şirketler de yasanın kapsamına giriyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Çocuk İşçiliği Özen Yasası, şirketlerin tedarik zincirlerinde çocuk işçiliğinin söz konusu olup olmadığını değerlendirmek üzere durum tespit süreci yürütmelerini gerekli kılıyor. Tedarik zinciri bakımından yasada bir sınırlama yer almıyor. Diğer bir ifadeyle, tedarik zincirinin tüm seviyeleri bakımından durum tespit süreci yürütülmesi gerekiyor.
Eğer durum tespit süreci sonucunda tedarik zincirlerinde çocuk işçi çalıştırıldığına dair makul bir varsayım varsa, şirketlerin bunu ele almak için bir eylem planı hazırlaması ve uygulaması gerekiyor. Dolayısıyla yasa, şirketlerden çocuk işçiliğini ele almak için makul olarak onlardan beklenenleri yaptıklarını göstermelerini bekliyor. Yasada durum tespit sürecinin nasıl yürütüleceğine dair ayrıntılı bir düzenleme yer almıyor. Şirketlerin yasa uyarınca yayınladıkları beyanları ile eylem planları resmi bir sicilde yayınlanıyor. Raporlama yükümlülüğünü esas alan Hollanda Çocuk İşçiliği Özen yasası, şirket beyanları ve eylem planlarını sadece bir kereye mahsus yayınlamasını bekliyor. Benzer yasalarda olan yıllık raporlama yükümlülüğünü ise içermiyor. |
Yaptırımlar |
Yasada şirketlerin durum tespit süreci yürütmemesi, beyan veya eylem planı yayınlamaması ya da yayınlanan beyan veya eylem planlarının yetersiz olması durumlarında şirketler için farklı oranlarda para cezası getiriliyor.
Bir şirketin yasada belirtilen yükümlülüklere uymamasından ya da yetersiz attığı adımlardan etkilenen herhangi bir gerçek veya tüzel kişi, doğrudan ilgili şirkete başvurabiliyor. Bu başvurularının şirketçe değerlendirilmemesi halinde ise kamu denetçisine başvurma imkânı doğuyor. Kamu denetçisinin tanıdığı süre içerisinde yetersizliklerin giderilmemesi durumunda para cezası öngörülüyor. Bir şirkete beş yıl içinde iki kez para cezası uygulanması, şirket yöneticileri hakkında hapis cezası ve aynı zamanda para cezası olasılığını beraberinde getiriyor. Yasanın odak noktasının çocuk işçiliği mağdurları değil de Hollandalı tüketicilerin korunması olmasının sonucunda, yasada çocuk işçiliğinin gerçek mağdurlarının zararlarının giderilmesi için hukuki sorumlulukla ilgili düzenlemeler yer almıyor. |
▼ Şirketlerin Tedarik Zincirinde İnsan Hakları İhlallerini Önlemeye İlişkin Özen Yükümlülüğü Yasası (Almanya)
Bir yandan Alman şirketlerinin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu konusunda attıkları adımların yetersizliği, diğer yandan da STK’lar ve akademisyenlerin bu yöndeki çağrıları Alman hükümetinin yasal düzenleme konusunda harekete geçmesini sağladı.
2022 yılında kabul edilen Şirketlerin Tedarik Zincirinde İnsan Hakları İhlallerini Önlemeye İlişkin Özen Yükümlülüğü Yasası (Liefergettengesetz), sorumluluk temelli yasalar kategorisinde yer alıyor.
Kapsam |
Yasa, fiili idare merkezi, kayıtlı merkezi veya herhangi bir şubesi Almanya’da bulunan ve yurt dışında çalışan işçileri dahil olmak üzere en az 3000 çalışanı olan şirketler ile bu büyüklüğe denk gelen ve Alman Ticaret Kanunu’na göre Almanya’da şubesi bulunan yabancı şirketlere uygulanıyor.
2023 yılının başında yürürlüğe giren yasada, Almanya’daki şirketler bakımından çalışan sayısı sınırının 1 Ocak 2024 tarihi itibariyle “en az 1000 çalışan” olarak uygulanacağı düzenleniyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Yasada, şirketlerin kendi faaliyetlerinde ve tedarik zincirlerinde çevre ve insan haklarına yönelik riskleri önleme, en aza indirme veya ihlalleri sona erdirme amacıyla özen yükümlülükleri tanımlanıyor. Bu kapsamda da şirketlerin risk analizi yaparak insan hakları ve çevre durum tespit süreci yürütmeleri gerekiyor. Bu sürecin tüm adımları, yasada ayrıntılı şekilde ele alınıyor. Şirketlerin Özen Yükümlülüğü Yasası (Fransa) gibi, bu yasada öngörülen bu adımlar, Rehber İlkeler’de insan hakları durum tespit süreci için tanımlanan adımlarla uyumlu şekilde ele alınıyor.
Şirketlerin, kendi faaliyetlerinde ve doğrudan tedarikçileri için her zaman, dolaylı tedarikçileri içinse belli durumlarda durum tespit süreci yürütmesi gerekiyor. Doğrudan tedarikçiler ile şirketlerin sözleşmesel ilişkisi olan tedarikçileri; dolaylı tedarikçiler ile doğrudan tedarikçilerin tedarikçileri kastediliyor. Şirketlerin insan hakları ile ilgili riskler bağlamında, BM Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ni, BM Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ni ve ILO Sözleşmelerini dikkate alması gerekiyor. Çevre ile ilgili riskler bakımından ise Minamata Cıva Sözleşmesi, Kalıcı Organik Kirleticilere ilişkin Stockholm Sözleşmesi ile Tehlikeli Atıkların Sınırlar Ötesi Taşınmasının ve Bertarafının Kontrolüne ilişkin Basel Sözleşmesi’ni dikkate almaları gerekiyor. Şirketlerin Tedarik Zincirinde İnsan Hakları İhlallerini Önlemeye İlişkin Özen Yükümlülüğü Yasası, şirketlerin risk yönetim sistemlerinin yönetimi ve denetimi için insan hakları sorumlu tayin etmesini gerekli kılıyor. Yürüttükleri süreçler sonunda şirketlerin insan hakları ve çevreye ilişkin risk tespit etmesi durumunda, bu riskleri ele almak için önleyici veya iyileştirici tedbirler alması gerekiyor. İnsan hakları ve çevresel ihlallerin bildirilmesi için şirket-içi veya şirket-dışı, kamuya açık, erişilebilir ve gizliliği esas alan bir şikâyet mekanizması oluşturulması da yasada şirketler için öngörülen bir başka yükümlülük. Ayrıca, yasa kapsamında şirketlerin yükümlülüklerini yerine getirmek amacıyla attığı adımlar konusunda kısaca ‘BAFA’ olarak adlandırılan Federal Ekonomi ve İhracat Kontrol Ofisi’ne şeffaf bilgi sağlamaları ve yıllık rapor sunmaları, bu raporu kendi web sayfalarından da paylaşması gerekiyor. |
Yaptırımlar |
BAFA aynı zamanda yasanın uygulanmasında da sorumlu olan makam. Sunulan raporları gözden geçirebildiği veya yasadaki yükümlülüklere uyulup uyulmadığını bir başvuru olmaksızın kendiliğinden (re’sen) denetleyebildiği gibi, menfaatleri etkilenen hak sahiplerinin başvurusu üzerinde de harekete geçme yetkisi bulunuyor.
BAFA’nın tedbir alma, yükümlülükleri yerine getirmek üzere belli eylemlerde bulunmayı talep etme, belli süre içerisinde eksiklikleri giderme veya yükümlülüğü yerine getirme, yasadaki yükümlülüklere kasıtlı olarak uygun hareket edilmemesi durumunda para cezası düzenleme yetkisi bulunuyor. BAFA, idari yaptırımlar da uygulayabilir. Belli bir eşikteki cezalar bakımından ise şirketlerin üç yıla kadar kamu ihalelerinden men edilebilmesi mümkün. Bunun haricinde yasa, hukuki sorumluluk imkânı sağlamıyor. Ancak, Alman haksız fiil düzenlemelerine göre mahkemelerde dava açılması imkânı mevcut ve bu davalarda Alman STK’larının ve sendikaların hak sahiplerini temsil etmesi mümkün. |
▼ Şeffaflık Yasası (Norveç)
2021 yılında kabul edilen ve 2022’de yürürlüğe giren Şeffaflık Yasası (Act on business transparency and work with fundamental human rights and decent work), şirketlerin mal ve hizmet sunumuyla bağlantılı olarak insan haklarına ve insana yaraşır çalışma koşullarına saygı duymasını teşvik etmek ve bu konulardaki olumsuz etkilerini nasıl ele aldığına ilişkin bilgilere kamunun erişimini sağlamayı amaçlıyor.
Kaliforniya Tedarik Zincirinde Şeffaflık Yasası’na benzer şekilde tüketicilerin daha bilinçli tercihler yapmasını hedefleyen yasa, sorumluluk temelli yasalar kategorisinde yer alıyor.
Kapsam |
Yasa, Norveç’te bulunan ve Norveç içinde ve dışında mal ve hizmet sunan büyük şirketler ile Norveç’te mal ve hizmet sunan ve Norveç mevzuatına göre Norveç’te vergiye tabi olan şirketlere uygulanıyor.
Ayrıca, nerede kurulmuş olurlarsa olsunlar Norveçli ana şirketlerin bağlı şirketleri ve tedarik zincirlerindeki iş ortakları bakımından da yasadaki yükümlülükler geçerli. |
Şirket yükümlülükleri |
Şirketlerin durum tespit süreci yürütme yükümlülükleri bulunuyor. Bu konuda yasa, OECD Rehberi’ne ve OECD Sorumlu Ticari Davranış için Durum Tespiti Kılavuzu’na doğrudan atıfta bulunuyor ve durum tespit sürecinin bunlara uygun olmasını gerekli kılıyor. Durum tespit süreci yürütme yükümlülüğü, gerektiğinde iyileştirme ve tazminat konularını da içeriyor.
Şirketlerin web sayfalarında, kolaylıkla erişilebilecek bir şekilde olumsuz etkileri ve bu etkileri durdurmak için uyguladığı veya planladığı tedbirler ile bu tedbirlerin sonuçları hakkında bilgi vermesi gerekiyor. Yasada kamuya açık bilgi verme yükümlülüğü, tek seferlik olmayıp her yıl güncellenmesi gereken bir yükümlülük olarak düzenleniyor. Ayrıca şirketlerin bilgi edinme hakkı bağlamında kendilerine vatandaşlar tarafından yapılan talep üzerine de durum tespit süreçleri ve şirket tarafından sunulan belirli bir ürün veya hizmetle ilgili olarak bilgi verme yükümlülüğü bulunuyor. |
Yaptırımlar |
Hukuki sorumluluğa ilişkin düzenlemenin yer almadığı yasanın uygulanmasından Norveç Tüketici Kurumu sorumlu. Yasaya aykırılık durumunda idari para cezası uygulanıyor. İdari para cezaları hem şirketin kendisi hem de sorumlu kişi hakkında söz konusu olabilir. |
▼ Tedarik Zincirlerinde Zorla Çalıştırma ve Çocuk İşçiliği ile Mücadele Yasası (Kanada)
2023’te kabul edilen Tedarik Zincirlerinde Zorla Çalıştırma ve Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Yasası (Fighting Against Forced Labour and Child Labour in Supply Chains Act) ile Kanada da modern köleliğin belli görünümleri için durum tespit süreci yürütülmesini öngören yasalaştırma hareketine katıldı.
2024 yılında yürürlüğe giren yasa, şeffaflık/açıklama ve raporlama temelli yasa kategorisinde.
Kapsam |
Tedarik Zincirlerinde Zorla Çalıştırma ve Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Yasası, aşağıdaki kriterlere sahip olan işletmelere uygulanıyor:
– Kanada borsasında işlem gören, veya Bu kriterlere sahip olan işletmelerin ayrıca, Kanada’da veya başka bir yerde mal üretmesi, satması veya dağıtması ya da Kanada dışında üretilen malları Kanada’ya ithal etmesi veya bu faaliyetlerden birini yürüten bir işletmeyi kontrol etmesi gerekiyor. |
Şirket yükümlülükleri |
Yasanın kapsamına giren kuruluşların, Kanada’da veya başka bir yerde ürettikleri veya Kanada’ya ithal ettikleri malların herhangi bir aşamasında zorla çalıştırma, hapishanede çalıştırma ve çocuk işçi çalıştırma riskini önlemek ve azaltmak için bir önceki mali yıl boyunca aldıkları önlemleri ortaya koyan yıllık rapor sunma yükümlülüğü bulunuyor.
Durum tespit süreci yürütülmesi bir zorunluluk değil; ancak şirketler zorla çalıştırma ve çocuk işçiliğine ilişkin “durum tespiti süreçleri” hakkında raporlama yapmalı. Yıllık raporlar, işletmenin yönetim organı tarafından onaylanmalı ve işletmenin web sayfasında, herkesin kolaylıkla erişebileceği şekilde kamuya açık hale getirilmeli, federal kapsamda kurulmuş şirketler içinse hissedarlara dağıtılmalı. |
Yaptırımlar |
Yasaya uymasını sağlamak üzere Kamu Güvenliği ve Acil Durum Bakanlığı tarafından atanan yetkilinin denetim yetkisi bulunuyor. Bu yetkili, yasada belirtilen yükümlülüklerin ihlal edildiği konusunda makul gerekçeler varsa bir denetim gerçekleştirebiliyor. Bu denetim kapsamında işyerindeki her türlü belge, bilgisayar sistemi ve veriyi inceleme yetkisi bulunuyor.
Yasaya uyulmaması veya yanıltıcı ve gerçek olmayan beyanda bulunulması halinde, işletmenin yetkilisi ve yöneticilerinin bireysel cezai sorumluluğu ve 250.000 Kanada Dolarına kadar para cezası da dahil olmak üzere cezai yaptırımlar söz konusu. |
▼ AB Kurumsal Sürdürülebilirlik Özen Yükümlülüğü Direktifi
Kısaca ‘CSDDD’ olarak anılan AB Kurumsal Sürdürülebilirlik Özen Yükümlülüğü Direktifi (EU Corporate Sustainability Due Diligence Directive), 2021 yılında AB Yeşil Mutabakat (EU Green Deal) girişiminin bir parçası olarak önerilmişti. Direktif, şirketlerin çevre ve toplum üzerindeki etkilerine ilişkin hesap verebilirliklerini sağlamayı amaçlıyor.
CSDDD, uzun yıllar devam eden müzakerelerin sonunda Nisan 2024’te kabul edildi ve Temmuz 2024’te yürürlüğe girdi.
Bazı AB üyesi devletleri halihazırda şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu ile ilişkili kendi durum tespiti yasalarını kabul etmişlerdi. Ancak CSDDD, AB genelinde uyumlaştırılmış bir yasal çerçeve oluşturmayı hedefliyor ve bu amaçla da AB üyesi devletlerin her birinin 26 Temmuz 2026 tarihine kadar CSDDD’nin gerekliliklerini kendi iç hukuklarına aktarması gerekiyor. Bunun haricinde, CSDDD’de yer alan yükümlülükler ise birkaç yıl içinde aşamalı olarak uygulamaya geçecek.
Kapsam |
CSDDD’nin kapsamı, iki yıl içerisinde AB üyesi devletlerin CSDDD’nin gerekliliklerini kendi iç hukuklarına aktarmalarını takiben, aşamalı olarak genişleyecek:
3. yılda, 5.000 çalışanı ve 1,5 milyar Euro cirosu olan AB şirketlerine, Bunun yanı sıra, AB’de önemli faaliyetleri olan (yani, AB’de yıllık 450 milyon Euro’nun üzerinde cirosu olan) AB’li olmayan şirketler de CSDDD’ye tabi. İş dünyası ve insan hakları alanında 1970’lerden beridir faaliyet gösteren Hollanda merkezli STK, SOMO’nun, oluşturduğu veritabanından hangi şirketlerin CSDDD’ye tabi olduğunu görebilmek mümkün.63 KOBİ’ler, CSDDD’ye tabi olmamakla birlikte, eğer CSDDD kapsamındaki bir şirketin “faaliyet zinciri”nde (chain of activities) doğrudan veya dolaylı iş ortağı olarak yer alıyorlarsa, bu durumda düzenlemelerinden etkilenecekler. CSDDD uyarınca “faaliyet zinciri” doğrudan ve dolaylı iş ortaklarını kapsıyor. Yani, hammaddelerin tasarımı, çıkarılması, tedariki, üretimi, nakliyesi, depolanması ve tedariki dahil olmak üzere tedarik zincirini ve şirket adına dağıtım, nakliye ve depolama faaliyetlerini üstlenen değer zincirinin alt kısmını içeriyor. CSDDD’nin haklar bağlamındaki yaklaşımı, Rehber İlkeler’in şirketlerin tüm insan hakları üzerindeki etkilerini dikkate almaları yönündeki standardından ayrılıyor ve ekinde yer alan listeye atıf yaparak ilgili insan haklarını sınırlı olarak belirliyor. Benzer şekilde ekte, çevre ihlallerinin de bir listesi yer alıyor. Bu liste iklim etkilerini ve Paris Anlaşması’nı kapsamıyor. |
Şirket yükümlülükleri |
CSDDD, şirketler için faaliyetleri, bağlı şirketlerinin faaliyetleri ve iş ortaklarının “faaliyet zinciri”nde yürüttükleri operasyonların olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerini tespit etmeleri ve ele almaları için gerekli özeni gösterme yükümlülüğü getiriyor.
Bu yükümlülüğünü yerine getirmek için şirketlerin, (i) risk temelli insan hakları ve çevresel durum tespiti süreci yürütmeleri, (ii) bunu şirket politikalarına ve risk yönetimi sistemlerine entegre etmeleri, (iii) olumsuz etkilerin ortaya çıkma olasılığının en yüksek olduğu ve en ağır olabileceği alanları belirlemek üzere faaliyetlerini ve tedarik zincirlerini haritalandırmaları, (iv) bu değerlendirmelere dayanarak, riskleri önlemek ve azaltmak için uygun önlemleri almaları, (v) olumsuz etkilerin meydana geldiği durumda, şirketin dahiliyetine göre giderim sağlamaları, (vi) durum tespit süreçlerinin etkinliğini ve yeterliliğini düzenli olarak izlemeleri ve değerlendirmeleri, ve ayrıca (vii) durum tespit sürecinin çeşitli aşamalarında işçiler, topluluklar ve sivil toplum örgütleri de dahil olmak üzere paydaşlarla etkin bir şekilde istişare etmeleri ve iletişim kurmaları gerekiyor. Paydaşlarla istişare süreçlerinde ise şirketler, paydaş katılımının önündeki engelleri belirlemeli ve bunları ele almalı; paydaşların misillemeye maruz kalmamasını sağlamalı. Özen gösterme yükümlülüğüne ek olarak CSDDD, şirketlere iklim geçiş planlarını uygulama zorunluluğu getiriyor. |
Yaptırımlar |
CSDDD, şirketlerin faaliyetlerinden etkilenen hak sahiplerine endişelerini dile getirme ve çözüm yollarına erişim kanalları sağlamak için üçlü mekanizma öngörüyor:
– İlk olarak, AB üyesi devletlerin kendi iç hukuklarında oluşturacakları ve CSDDD’nin uygulanmasını izlemekten sorumlu ‘Denetim Makamları’ (Supervisory Authorities). Bu makamlar, kendiliğinden veya kendilerine yapılan başvurular üzerine soruşturma başlatabilir. Giderim sağlayıcı önlemler alma ve para cezasına karar verme da dahil olmak üzere idari yaptırımlar veya cezalar uygulayabilir. Eğer CSDDD’ye tabi olan bir şirket, onun bağlı şirketi veya faaliyet zincirindeki bir şirket AB dışında zararlara neden oluyor veya katkıda bulunuyorsa, AB dışındaki paydaşlar da ilgili şirkete karşı hesap verebilirlik veya çözüm aramak için bu mekanizmaları kullanabilecek. |
Omnibus paketi |
CSDDD’nin aşamalı olarak yürürlüğe girmesi beklenirken, 26 Şubat 2025 tarihinde CSDDD, AB Kurumsal Sürdürülebilirlik Raporlama Direktifi ile Taksonomi Tüzüğü’nü kapsayan bir ‘Torba Düzenleme’ (Omnibus) paketini açıkladı.
AB Komisyonu paketin, sürdürülebilirliğe ilişkin kuralları sadeleştirdiğini öne sürse de STK’lar paketi kapsamlı bir deregülasyon girişimi olarak nitelendiriyor. Paketin, CSDD’ye etkileri özetle şöyle; – Durum tespit süreci yürütülmesine ilişkin yasal zorunluluk, faaliyet zincirinin tamamı için söz konusu olmayacak, sadece doğrudan iş ortakları düzeyinde geçerli olacak. Paket üzerindeki görüşmeler ve sivil toplumun paketin kabul edilmemesine ilişkin kampanyası devam ediyor. Güncel değişiklikler çerçevesinde bu bölümü güncellemeye devam edeceğiz. |
Yararlı Kaynaklar
- BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin iş dünyası ve insan hakları çalışma konusuna ilişkin web sayfası: https://www.ohchr.org/en/business-and-human-rights
- BM İş Dünyası ve İnsan Hakları Çalışma Grubu’nun web sayfası:
https://www.ohchr.org/en/special-procedures/wg-business
- OECD’nin sorumlu iş yönetimi çalışma konusuna ilişkin web sayfası:
https://mneguidelines.oecd.org/MNEguidelines/
- OECD’nin şikayet mekanizması olan NCP başvurularını içeren veritabanı:
https://mneguidelines.oecd.org/database/
- Bağımsız insan hakları koruma mekanizması olan Danimarka İnsan Hakları Enstitüsü’nün iş dünyası ve insan hakları alanındaki tematik araştırmaları ve bilgi notlarını içeren web sayfası:
https://www.humanrights.dk/our-work/business-human-rights - İş Dünyası ve İnsan Hakları Kaynak Merkezi’nin (Business and Human Rights Resource Center, kısaca BHRRC) iş dünyası ve insan hakları alanında tematik araştırmaların, güncel bilgilerin ve çeşitli veritabanlarını içeren web sayfası:
https://www.business-humanrights.org/en/
- Çokuluslu Şirketler Araştırma Merkezi (Center for Research on Multinationals, kısaca ‘SOMO’), çokuluslu şirketlere ilişkin araştırma ve veritabanlarını içeren web sayfası:
https://www.somo.nl/
- SOMO’nun bir girişimi olan ve OECD Rehberi’ni kullanarak şirketleri ve hükümetleri hesap verebilir kılma üzere faaliyet gösteren OECD Watch’ın web sitesi:
https://www.oecdwatch.org/
- OECD Watch’ın OECD şikayet mekanizmasına yapılan başvurulara ilişkin bilgi ve belgeleri içeren veritabanı:
https://www.oecdwatch.org/complaints-database/
- Hukuk yollarını kullanarak devletlerin ve şirketler gibi devlet-dışı aktörlerin insan hakları ihlalleri nedeniyle sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan Avrupa Anayasa ve İnsan Hakları Merkezi’nin (European Center for Constitutional and Human Rights, kısaca ‘ECCHR’) iş dünyası ve insan hakları alanındaki araştırma ve stratejik davalarına ilişkin bilgiyi içeren web sayfası:
https://www.ecchr.eu/en/business-and-human-rights/ - Rehber İlkeler’in mimarı John Ruggie’nin girişimi ile kurulan ve şirketlerin insan haklarına saygı gösterme yükümlülüğünü yaygınlaştırmayı amaçlayan Shift’in web sayfası:
https://shiftproject.org/ -
-
Sonnotlar
- BM İnsan Hakları Konseyi (2018). Framework Principles on Human Rights and the Environment, Report of the Special Rapporteur on the issue of human rights obligations relating to the enjoyment of a safe, clean, healthy and sustainable environment, paragraf 35, https://www.ohchr.org/sites/default/files/Documents/Issues/Environment/SREnvironment/FrameworkPrinciplesUserFriendlyVersion.pdf
- Hafıza Merkezi (2022). Sessiz Kalma: Hak Savunucularına Yönelik Yıldırma Politikaları 2015–2021, sf. 18, dipnot 1, https://hakikatadalethafiza.org/kaynak/sessiz-kalma-hak-savunucularina-yonelik-yildirma-politikalari/
- BM İnsan Hakları Savunucularının Durumuna İlişkin Özel Raportörün Raporu (2016), paragraf 7, https://digitallibrary.un.org/record/840291?ln=en
- a.g.e, paragraf 8.
- Nadia Bernaz (2017). Business and Human Rights: History, law and policy – bridging the accountability gap, sf.76
- Apartheid, bir ırksal grubun diğer bir ırksal grup üzerinde kurduğu kurumsallaşmış baskı ve tahakküm rejimini ifade ediyor. Güney Afrika’da 1948 – 1994 yılları arasında resmi devlet politikası olarak uygulandı. 1958 yılından itibaren yasalarla da desteklenen Apartheid sistemi, beyaz azınlık dışında kalanlara karşı ırkçı uygulamalara zemin sağladı.
- ECOSOC Resolution 1721 (LIII), The impact of multinational corporations on the development process and on international relations, 1972, UN Doc. E/5209.
- Bernaz, a.g.e., sf.197.
- https://legalinstruments.oecd.org/en/instruments/OECD-LEGAL-0144
- Deklarasyon o tarihte Türkiye hariç, OECD üyesi olan diğer tüm ülkelerce (Almanya, Amerika, Avusturalya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yeni Zelanda, Yunanistan) kabul edildi. Türkiye, Deklarasyon’a 1981 yılında katıldı.
Deklarasyon daha sonra OECD’ye üye olmayan ülkelerin de katılımına açıldı. Bu çalışmanın yayımlandığı tarihte OECD üyesi ülkelerin (Almanya, Amerika, Avusturalya, Avusturya, Belçika, Çekya, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Kanada, Kolombiya, Kore, Kosta Rika, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Meksika, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, Slovenya, Şili, Türkiye, Yeni Zelanda, Yunanistan) yanı sıra Arjantin, Brezilya, Bulgaristan, Hırvatistan, Fas, Kazakistan, Mısır, Peru, Romanya, Tunus, Ukrayna, Uruguay ve Ürdün de Deklarasyon’a katılmıştır. - John Ruggie ve Tamaryn Nelson (2015). Human Rights and the OECD Guidelines for Multinational Enterprises: Normative Innovations and Implementation Challenges, Corporate Social Responsibility Initiative Working Paper No. 66, sf.2.
- https://www.ilo.org/tr/publications/cokuluslu-isletmeler-ve-sosyal-politikaya-iliskin-ilkeler-uclu-bildirgesi
- Aktaran, Bernaz, a.g.e., sf.173.
- Bhopal felaketi ile ilgili detaylı analizler için bkz. Amnesty International (2004), Clouds of Injustice – Bhopal Disaster 20 Years On, https://www.amnesty.org/en/documents/asa20/015/2004/en/ ve Amnesty International (2024), Bhopal: 40 Years of Injustice, https://www.amnesty.org/en/documents/asa20/7817/2024/en/
- Davaya dair detaylı bilgi ve ilgili hukuki belgeler ile mahkeme kararları için bkz. https://ccrjustice.org/home/what-we-do/our-cases/fil-rtiga-v-pe-irala
- Detaylı bir çalışma için bkz. Ahmet Bekmen (2016), Sermayenin “Etik” İnşası: Küresel Üretim ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
- John Ruggie (2013). Just Business: Multinational Corporations and Human Rights, sf. 3
- Jeffrey Ballinger’ın Harper’s Magazine’de yayınlanan makalesi için bkz. The new free-trade heel: Nike’s profits jump on the backs of Asian workers, https://archive.harpers.org/1992/08/pdf/HarpersMagazine-1992-08-0000971.pdf?AWSAccessKeyId=AKIAJXATU3VRJAAA66RA&Expires=1466354923&Signature=GuzAGJL99jmQtdjxkHswI0WLZJA%3D
- Florian Wettstein (2020). “The History of ‘Business and Human Rights’ and its Relationship with Corporate Social Responsibility”, Research Handbook on Human Rights and Business içinde, Surya Deva ve David Birchall (ed.), sf. 24-25.
- https://www.mosop.org/
- Uluslararası Af Örgütü (2017). A Criminal Enterprise? Shell’s Involvement in Human Rights Violations in Nigeria in the 1990s, https://www.amnesty.org/en/documents/AFR44/7393/2017/en/
- John Ruggie, The Social Construction of the UN Guiding Principles on Business and Human Rights, sf. 9; Bernaz, a.g.e., sf. 188
- BM (1 Şubat 1999), Secretary-General Proposes Global Compact on Human Rights, Labour, Environment in Address to World Economic Forum in Davos, https://www.un.org/press/en/1999/19990201.sgsm6881.html
- Aynı yıl Annan, bugünkü Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin (Sustainable Development Goals – SDGs) öncülü Milenyum Kalkınma Hedefleri’ni (Millenium Development Goals – MDGs) de açıklamıştı.
- Bu çalışmanın tamamlandığı tarihte 70 yerel ülke ağı bulunuyordu. Yerel ağlara ilişkin detaylı bilgi için bkz. https://unglobalcompact.org/engage-locally. BM Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin Türkiye yerel ağının web sayfası için bkz. www.globalcompactturkiye.org
- Bu çalışmanın tamamlandığı tarihte Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne katılmış 20.000’den fazla şirket ve kurum bulunuyor.
- Küresel İlkeler Sözleşmesi Ağı’nın web sayfasında yer alan katılımcıların profillerinde tüm ilerleme raporları paylaşılıyor. Bkz. https://unglobalcompact.org/what-is-gc/participants/search?search%5Bkeywords%5D=&search%5Bsort_field%5D=&search%5Bsort_direction%5D=asc&search%5Bper_page%5D=10
- Bkz. https://www.ihrb.org/latest/salil-tripathi-on-john-ruggies-legacy; https://www.hks.harvard.edu/faculty-research/policy-topics/business-regulation/monumental-figure-harvard-kennedy-school
- Bernaz, a.g.e, sf. 188.
- J. Ruggie, a.g.e, sf. xliii
- J. Ruggie, a.g.e, sf. xlvii. Burada yer alan ifadenin de gösterdiği üzere, söz konusu hedefin şirketlerin insan hakları ihlalleri nedeniyle hesap verebilirliğini sağlayacak bir çerçeveye yönelmediğinin altını çizmek gerekmektedir.
- BM İnsan Hakları Konseyi (2008). Protect, Respect and Remedy: a Framework for Business and Human Rights, A/HRC/8/5. https://digitallibrary.un.org/record/625292?ln=en&v=pdf
- Just Business, xlii
- Interim report of the Special Representative of the Secretary-General on the issue of human rights and transnational corporations and other business enterprises, E/CN.4/2006/97, para. 81.
- Olivier De Schutter (2013). “Foreword”, Human Rights Obligations of Business: Beyond the Corporate Responsibility to Respect?, Surya Deva ve David Bilchitz (ed.), Cambridge University Press, sf.xvii. Aynı yayın içinde ayrıca bkz. David Bilchitz ve Surya Deva, “The human rights obligations of business: a critical framework fort he future”, sf.1-26; Karin Buhmann, “Navigating from ‘train wreck’ to being ‘welcomed’: negotiation strategies and argumanetive patterns in the development of the UN Framework”, sf.29-57; Carlos López, “The ‘Ruggie process’: from legal obligations to corporate social responsibility?”, sf. 58-77; Surya Deva, “Treating human rights lightly: a critique of the consensus rhetoric and the language employed by the Guiding Principles”, sf.78-104.
- Ruggie, a.g.e, sf. 119
- Ruggie, a.g.e, sf. 119
- Report of the Special Representative of the Secretary- General on the issue of human rights and transnational corporations and other business enterprises, John Ruggie, ‘Guiding Principles on Business and Human Rights: Implementing the United Nations ‘Protect, Respect and Remedy’ Framework’, A/HRC/17/31, Introduction to the Guiding Principles, para.13
- Rehber İlke 12’nin açıklayıcı metni.
- López, a.g.m, sf.77.
- Forensic Architecture (2018). The Ali Enterprises Factory Fire, https://forensic-architecture.org/investigation/the-ali-enterprises-factory-fire.
- Sigrun Matthiesen (2024). Lessons forged from the fire, European Center for Constitutional and Human Rights, https://www.ecchr.eu/fileadmin/Publikationen/Feature_KIK_WEB_EN.pdf.
- Detaylı bilgi ve belge için bkz. https://www.oecdwatch.org/complaint/ecchr-et-al-vs-tuv-rheinland-ag/
- Çalışma hakkında detaylı bilgi ve dokümantasyon için bkz. https://www.ohchr.org/EN/HRBodies/HRC/WGTransCorp/Pages/IGWGOnTNC.aspx (Son erişim tarihi 06.05.2020).
- BM Çocuk Hakları Komitesi (2013). Genel Yorum No.16: Özel Sektörün Çocuk Hakları Üzerindeki Etkileri Konusunda Devletin Yükümlülükleri. Türkçe tercümesi için bkz. https://insanhaklariizleme.org/vt/yayin_view.php?editid1=740
- BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi (2017). General Comment No. 24 on State obligations under the International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights in the context of business activities, https://docs.un.org/en/E/C.12/GC/24
- Boyar, sf. 54; ayrıca bkz. Rehber İlke 4’ün açıklayıcı metni.
- Harris, O’Boyle ve Warbrick, Sf.24
- Ayrıca bkz. https://shiftproject.org/wp-content/uploads/2020/05/Shift_SmartMix.pdf
- Tablo, dipnot 49’da yer alan yayından alınmıştır.
- İnsan Hakları Eylem Planı, Özgür Birey, Güçlü Toplum; Daha Demokratik Bir TÜRKİYE”, Madde 9.3(b). Bkz. https://insanhaklarieylemplani.adalet.gov.tr/resimler/insanhaklarieylemplaniTR.pdf
- Bkz. https://insanhaklarieylemplani.adalet.gov.tr/resimler/%C4%B0nsan_Haklar%C4%B1_Eylem_Plan%C4%B1_ve_Uygulama_TakvimiTr.pdf. Bu konuda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yaptığı çalışma için bkz. https://www.csgb.gov.tr/Media/hy4bc4pq/%C3%A7al%C4%B1%C5%9Fma-hayat%C4%B1na-ili%C5%9Fkin-ulusal-rehber_ilkeler.pdf
- İkili yatırım anlaşmalarının insan hakları üzerine etkisine ilişkin olarak SOMO tarafından yürütülen araştırma kapsamında Türkiye ile ilgili çalışma için bkz. https://www.somo.nl/disputed-grounds/
- 2024 yılı sonu itibariyle imzalanmış toplam 2844 uluslararası yatırım anlaşması bulunmaktaydı. Güncel durum için bkz. https://investmentpolicy.unctad.org/international-investment-agreements
- Proje’nin ve yatırımcı şirketin iş dünyası ve insan hakları standartları bakımından değerlendirildiği çalışma için bkz. MAD (2022). Türkiye’de Şirketlerin İnsan Hakları Sorumluluğuna Bakış: 3. Havalimanı, Galataport İstanbul, Hunutlu Termik Santrali, Kirazlı Altın Madeni, Yusufeli Barajı, https://mekandaadalet.org/wp-content/uploads/2022/04/MAD_Sirketlerin_Sorumluluguna_Bakis_rapor.pdf
- Tahkim süreci için bkz. https://icsid.worldbank.org/cases/case-database/case-detail?CaseNo=ARB/21/33
- Kabul edilen Ulusal Eylem Planları ve güncel durumları için ayrıca bkz. https://globalnaps.org/
- Katılımcı devletlerin listesi için bkz. https://www.oecd.org/en/topics/responsible-business-conduct.html
- Bkz. https://mneguidelines.oecd.org/duediligence/ Türkçe tercümeleri için ayrıca bkz. https://www.sanayi.gov.tr/anlasmalar/utn-ncp
- BHRRC oluşturduğu Modern Kölelik Sicili’ne ulaşmak için bkz. https://www.business-humanrights.org/en/from-us/modern-slavery-statements/; resmi Modern Kölelik Sicili’ne ulaşmak için bkz. https://modern-slavery-statement-registry.service.gov.uk/
- Kanunda ‘yerleşik iş ilişkisi,’ tanımlanmıyor. Bu kavrama, Fransa Ticaret Kanunu’nun farklı hükümlerinde yer veriliyor. Fransız mahkemeleri rekabet hukuku ile ilgili çeşitli kararlarında ‘yerleşik iş ilişkisi’ni değerlendirirken taraflar arasında ne kadar süredir devam eden bir ticari ilişki bulunduğunu, bu ilişkinin hangi sıklıkla devam ettiğini ve iş ilişkisinin hacminde artış olup olmadığını inceliyor. Ayrıca bkz. Alp Cerrahoğlu (2022), Fransa Örneğinde Birleşmiş Milletler İş Dünyası ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri’nin Uygulanması, Yetkin Yayınları.
- https://vigilance-plan.org/
- Bkz. https://www.somo.nl/csddd-datahub/
ALET ÇANTASI
El Kitabı’nın tamamlayıcısı olan “Hakları ve Hak Sahiplerini Ciddiye Almak: Alet Çantası,” şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevreye olumsuz etkileri karşısında başvurulabilecek yargısal ve yarı-yargısal araçları açıklayan bir rehber.
Giriş
BM İş Dünyası ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri (‘Rehber İlkeler’), iş dünyasının insan hakları sorumlulukları konusunda birçok değişimin referansı oldu. Bu değişimi, bu yayına eşlik eden El Kitabı’nda tarihsel bir gelişim içerisinde ele aldık.1
İş dünyasının insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu hayata geçirebilmesinde merkezi bir yere sahip olan ‘insan hakları durum tespit süreci’ (human rights due diligence) hem devletlerin hem de şirketlerin politika ve uygulamaları üzerinde şaşırtıcı derecede hızlı bir etki yarattı. Devletler, insan hakları durum tespit sürecini farklı seviyelerde esas alan yasalar kabul etmeye başladı. Şirketler de insan hakları ve çevreye olan etkilerine dair politikalar benimsiyor, insan hakları dilini raporlarına yansıtıyor.
Ancak bu hızlı etkiye rağmen, El Kitabı’nda da vurguladığımız gibi, devletler hala uluslararası insan hakları hukukundan kaynaklanan koruma yükümlülüğünü yerine getirmiyor veya getirme konusunda kimi zaman isteksiz kimi zaman seçici davranıyor. Şirketler de hala insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri dolayısıyla hesap vermemek için buldukları boşluklardan yararlanmaya devam ediyor.
Devletlerin yükümlülüklerini, şirketlerin de sorumluluklarını yerine getirmemesinin sonucunda etkili ve yeterli bir telafiye erişememenin yükünü ise hak sahipleri, hak savunucuları, gazeteciler, diğer sivil toplum aktörleri ve de doğa sırtlanıyor.
El Kitabı’nda, Rehber İlkeler’in göze çarpan önemli bir ayrımına değinmiştik:
“Burada önemli bir vurguya dikkat çekmek gerekir. İş dünyası ve insan hakları alanında devletler ve şirketlere yönelik standartları belirlemeyi amaçlayan ve bağlayıcı olmayan Rehber İlkeler’de “zorundadır” fiili sadece iki ilkede geçiyor. İlki, ilk sütunda, devletlerin bireyleri iş dünyasının insan hakları ihlallerinden koruma zorunluluğu (Rehber İlke 1), diğeri ise, üçüncü sütunda, etkili bir çözüm yoluna erişimi sağlamak için devletlerin uygun adımları atma zorunluluğu (Rehber İlke 25).”
Uluslararası hukukta “yumuşak hukuk” kapsamında kabul edilen Rehber İlkeler’de, bu niteliğine uygun olarak bir şeyi yapma gerekliliğini veya bir tavsiyeyi ifade eden ‘should’ fiili kullanılıyor. Örneğin, iş dünyasının insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun temel ilkesi olan Rehber İlke 11 şöyle:
“Business enterprises should respect human rights. This means that they should avoid infringing on the human rights of others and should address adverse human rights impacts with which they are involved.” (Vurgular eklenmiştir)
“Şirketler insan haklarına saygı göstermelidir. Bu, başkalarının insan haklarını ihlal etmekten kaçınmaları ve dahil olduğu olumsuz insan hakları etkilerini ortadan kaldırmaları gerektiği anlamına gelmektedir.”
Ancak, bir gerekliliği veya tavsiyeyi ifade eden ‘should’ fiili sadece yukarıda belirttiğimiz iki ilkede kullanılmıyor. Bu iki ilkede, gereklilik veya tavsiyeden daha üst bir seviyedeki bir zorunluluğu veya emri ifade eden ‘must’ fiili kullanıyor. Bu iki ilke, şirketlerin neden olduğu veya dahil olduğu insan hakları ve çevre ihlallerinden bireyleri koruma ve ihlalin meydana gelmesi durumunda etkili ve yeterli telafiyi sunma konusunda hangi aktörün esas yükümlü olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, Rehber İlkeler bağlamında elimizde ileri sürebileceğimiz bağlayıcı yükümlülükler var.
El Kitabı’nın “Ulusal Yasalar” başlıklı üçüncü bölümünde, bu bağlayıcı yükümlülüklerden ilkini yani, devletlerin şirketlerin neden olduğu veya dahil olduğu insan hakları ve çevre ihlallerinden bireyleri koruma yükümlülüğünü hayata geçirmek ve bunun bir parçası olarak şirketlerin hesap verebilir olmasını sağlamak üzere kabul ettiği yasalara odaklanmıştık.
Bu yayında ise, ilkelerden diğerine, telafi yükümlülüğüne odaklanıyoruz. Telafi yükümlülüğünü hukuki anlamda tanımladıktan sonra bugün, iş dünyasını hesap verebilir kılacak ve hak sahiplerini etkili ve yeterli telafiye ulaştırabilecek hukuki yollara ve onları tamamlayıcı yarı-yargısal ve yargı-dışı imkanlara odaklanıyoruz.
Bu Araç Çantası’nın şirketlerin neden olduğu veya dahil olduğu insan hakları ve çevre ihlalleri karşısında adalete erişimin farklı yolları için bir referans sağlamayı, çevre mücadelelerine bu yolla destek olmayı amaçlıyoruz.
Çözüm yollarına erişim:
Ne durumdayız?
Rehber İlkeler, ‘koruma,’ ‘saygı’ ve ‘çözüm’ olmak üzere üç kavramsal sütuna dayanıyor. İlk sütunda devletin insan haklarını koruma yükümlülüğü (Rehber İlke 1-10), ikinci sütunda şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu (Rehber İlke 11-24) ve üçüncü sütunda ise ihlallerden zarar görenlerin etkili çözüm yollarına erişimi ile bağlantılı hem devletin hem de şirketlerin yükümlülükleri (Rehber İlke 25-31) düzenleniyor.
Devletler bakımından
Bireyleri iş dünyasının insan hakları ihlallerinden koruma yükümlülüğü, devletlere yönelik olan ilk sütunda merkezi bir yere sahip. Rehber İlkeler’de devletin koruma yükümlülüğü iki önemli boyutu içeriyor:
- Devletlerin mevcut uluslararası insan hakları hukukundan doğan bu yükümlülüklerini yerine getirmek için ülke düzeyinde düzenleyici adımlar atması. Düzenleyici adımlar, şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu esas alan etkili yasal düzenlemeleri kabul etmek ve uygulamak olduğu kadar devletin kendi politikalarını bu sorumluluğu esas alacak şekilde gözden geçirmesini ve bu politikaların farklı birimleri arasında tutarlı olacak şekilde kapsayıcılığını sağlaması anlamına geliyor.
Şirketlerin insan hakları sorumluluğunu kabul eden ve bu sorumluluğu düzenleyen yeni yasalar çıkarmak, borçlar kanunu, ticaret kanunu, çevre kanunu gibi ilişkili yasaları ve yönetmelikleri bu sorumluluğu içerecek şekilde gözden geçirmek, şirket faaliyetlerinin insan haklarının tamamı üzerinde olumsuz etkisi olacağını gözeterek, sadece Ticaret Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı gibi belli birimlerde değil tüm birimlerde ve her seviyede politika tutarlılığını sağlamak bu ilk boyut kapsamında devletin yükümlülüklerini oluşturuyor.
- Uluslararası düzeyde eşgüdümlü bir yaklaşım sağlamak. Bu boyut, devletlerin politika tutarlılığını uluslararası politikaları ve eylemlerinde de sürdürmesi anlamına geliyor. Örneğin, devletler yatırım çekmenin sıklıkla başvurulan bir modeli olan ikili (veya başka türden) yatırım anlaşmalarını ihlale açık çek sağlayan alanlar yaratmak üzere değil, bireyleri iş dünyasının insan hakları ihlallerinden korumayı sağlayacak yeterli düzenlemeleri içerecek şekilde tasarlamalı.
Şirketler bakımından
Şirketlere yönelik ikinci sütunda ‘insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu,’ şirketlerin başkalarının insan haklarını ihlal etmekten kaçınma ve dahil oldukları olumsuz insan hakları etkilerini ele alma sorumluluğu olarak tanımlanıyor. Bu sorumluluğun da üç yönü bulunuyor: (i) kendi faaliyetleriyle olumsuz insan hakları etkilerine neden olmaktan kaçınmalı, ortaya çıktığında bunu durdurmak veya önlemek için gerekli adımları atmalı (ii) kendi faaliyetleriyle insan hakları etkilerine katkıda bulunmaktan kaçınmalı, ortaya çıktığında bunu durdurmak veya önlemek için gerekli adımları atmalı ve (iii) faaliyetleri ve dahil oldukları iş ilişkileriyle herhangi bir şekilde bağlantılı olan insan hakları etkilerini önlemeye veya azaltmaya çalışmalı.
İkinci sütunun merkezinde ise insan hakları durum tespit süreci yer alıyor. Şirket faaliyetlerinin hak sahipleri ve çevre için oluşturduğu risklerin ele alındığı bu süreçte şirketlerden, mevcut ve olası olumsuz insan hakları ve çevresel etkilerini etkin bir şekilde tanımlamaları, bu etkileri önlemeleri veya azaltmaları, ayrıca tüm bunları kamuoyuyla paylaşmaları bekleniyor.
Rehber İlkeler’de devletin yükümlülükleri ile şirketlerin sorumluluklarının birbirinden ayrılmasının en temel nedeni tarihsel süreçte devletlerin koruma yükümlülüğünü yerine getirme konusundaki başarısızlığın yadsınamayacak şekilde ortaya çıkmış olmasıydı. Devletlerin, koruma yükümlülüğünü her zaman yerine getir(e)memesi nedeniyle, Rehber İlkeler’de şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun devletlerin kendi yükümlülüğünü yerine getirip getirmemesinden bağımsız bir sorumluluk olduğu kabul edilmişti. Böylesi bir kabul, bir anlamda, şirketlerin de insan haklarına ve çevreye zarar vermemek kaydıyla kararlarında ve eylemlerinde özgürce karar alabilen varlıklar olduğu düşüncesine dayanıyor.2
Uygulamadaki durum
Rehber İlkeler’in kabulünün üzerinden geçen yaklaşık 14 yıllık sürede, Rehber İlkeler’in birinci ve ikinci sütununu hayata geçirmek üzere devletler ve şirketler birçok farklı adım atmış olsa da iş, teorinin pratiğe dökülmesine geldiğinde hem devletlerin hem de şirketlerin söyledikleri ile yaptıklarının bir olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değil.
El Kitabı’nda yer verdiğimiz ulusal düzenlemeler, iş dünyasının insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu modern kölelik, çocuk işçiliği, tedarik zinciri, şeffaflık gibi farklı odaklardan yaklaşarak ele alarak birbirinden farklılaşsa da ihlale maruz kalanların zararlarının giderilebilmesi için hukuki sorumluluk temeli bağlamında birbirlerine yakınlaşıyorlar. Bu düzenlemelerin büyük bir kısmında ihlale maruz kalanların zararlarının giderilebilmesi için hukuki bir sorumluluk tanınmıyor. Bu durumda, ihlale maruz kalanların önündeki başlıca imkân ilgili devlet iç hukuklarının haksız fiile ilişkin düzenlemelerine dayanarak zararların giderilmesini talep etmek oluyor. Ancak, bu yolun önündeki yargı yetkisi, davacı sıfatı, ispat külfeti, yargı masrafları gibi 1970’lerden bugüne süregelen adalete erişim engellerini aşmak oldukça zorlu.
Mekânda Adalet Derneği olarak ‘Çevre İhtilaflarında Şirketler’ çalışmalarımız kapsamında gerçekleştirdiğimiz ilk araştırmamızda Türkiye’deki beş yatırım ve mega altyapı projesinden hareketle, bu projelerin yapımında yatırımcı veya finansör olarak rol alan şirket ve bankaların insan hakları yaklaşımını incelemiştik. Aralarında çok uluslu şirketler ve yabancı bankaların da olduğu iş dünyası aktörlerinin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu anlamında Rehber İlkeler’in standartlarını hayata geçirme konusunda oldukça yetersiz kaldıklarını gördük.
Benzer durum, dünyanın farklı bölgelerindeki şirketler için de geçerli. 2017’den beri kamuya açık bilgilere dayanarak şirketlerin insan hakları performansını karşılaştırmaya odaklanan ilk kıyaslama ölçütü Corporate Human Rights Benchmark (CHRB), dünyanın en büyük şirketlerinden bazılarını Rehber İlkeler’i ve diğer uluslararası insan hakları ve endüstri standartlarını uygulama konusunda karşılaştırarak sıralıyor. CHRB’nin son yayınladığı değerlendirmesi, özel olarak madencilik ve hazır giyim sektörüne odaklanıyor.3 Buna göre, şirketlerin % 70’i insan hakları politikasına sahip olma, insan hakları durum tespit süreci yürütme ve telafi edici çözüm yolu sunma gibi insan haklarına saygı gösterme sorumluluklarını yerine getirmeye yönelik temel adımları atma konusunda ilerleme kaydetmiş. Ancak bu ilerleme hızı, hak sahiplerinin acilen ihtiyaç duyduğu değişimi sağlama konusuna geldiğinde çok yavaş kalıyor. Araştırmada, maden şirketlerinin % 47’si ve hazır giyim şirketlerinin % 62’si 100 puan üzerinden 20’nin altında puan almış. Maden şirketlerinin yarısından fazlasının (% 62’si) göstergelerin en az % 40’ında sıfır puan alması buradaki vahim durumu gösteriyor.
Diğer bir ifadeyle, Rehber İlkeler’in ilk iki sütunundaki teorinin pratiğe döküldüğü üçüncü sütunu, ‘ihlallerden zarar görenlerin etkili çözüm yollarına erişimi,’ bu 14 yıllık sürede hep ihmal edilen sütun olarak kaldı. İhlale maruz kalanlar için en çok anlam ifade eden bu sütuna dair hem devletlerin yükümlülüğü hem de şirketlerin sorumluluğu bağlamındaki kayda değer gelişmenin azlığı Rehber İlkeler’in hak sahipleri açısından anlamlı bir değişim yaratıp yaratmadığı sorusunu beraberinde getiriyor.
Çözüm yollarına erişimde ne durumdayız sorusunun cevabı: bir arpa boyu kadar yol alındı.
Çözüm yollarına erişimden ne anlamalıyız?
Uluslararası Daimî Adalet Divanı,4 1927’de Almanya ile Polonya arasındaki uyuşmazlığa ilişkin Chorzów Fabrikası davasında verdiği kararında devletlerin uluslararası hukuka aykırı eylemlerinin sorumluluğa neden olup olmadığı meselesini incelemişti. Uluslararası Daimî Adalet Divanı’na göre, bir yükümlülüğün ihlalinin yeterli bir telafinin uygun bir biçimde yapılması zorunluluğunu içermesi bir uluslararası hukuk ilkesiydi. Dolayısıyla telafi, uluslararası hukuka aykırılığın vazgeçilmez bir tamamlayıcısıydı ve bunun ayrıca belirtilmesine de gerek yoktu.
Bu karar, uluslararası hukukun tüm ihlallerinin, açıkça belirtilmiş olsun veya olmasın, telafi yükümlülüğünü de kapsadığını ortaya koydu. Bu karardan günümüze, bir hakkın ihlalinin uygun bir biçimde telafi etme yükümlülüğünü içerdiği, uluslararası insan hakları hukuku dahil olmak üzere birçok alanda yerleşik hale geldi.
Uluslararası insan hakları yükümlülüklerinin bir yansıması olarak Rehber İlkeler’de, devletlerin bireyleri iş dünyasının insan hakları ihlallerinden koruma yükümlülüğünün ve şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun etkili çözüm yollarına erişimi de içerdiği kabul ediliyor. Rehber İlkeler, insan hakları şirketler tarafından ihlal edilen kişilerin etkili bir çözüm yoluna erişiminin sağlaması konusundaki uluslararası yasal yükümlülüğü hem devletler hem de şirketler için kabul etse de ‘etkili çözüm yollarına erişim’ konusunu, öncelikle devletlerin yükümlülük alanında ele alıyor.
Rehber İlke 25’te devletlerin, iş dünyasıyla bağlantılı insan hakları ihlalleri meydana geldiğinde adli, idari, yasal veya diğer uygun yollarla, ihlallerden etkilenenlerin etkili bir çözüm yoluna erişimini sağlamak için uygun adımları atmak zorunda olduğu düzenleniyor.
Neyin etkili bir çözüm olduğunu tanımlamak yerine Rehber İlkeler, etkili bir çözüm yoluna erişim sunacak mekanizmalara odaklanıyor. Bu haliyle uluslararası insan hakları hukukundaki telafi etme yükümlülüğünün iki boyutundan ağırlıklı olarak bir boyutunu (usuli boyut) ele almış oluyor.
Telafi etme yükümlülüğü, bir yanıyla, ihlal iddiasının ileri sürülebilmesi için erişilebilecek, çözüm sağlayan kurum ve mekanizmaların varlığını ifade eder. Bu, usuli boyut olarak adlandırılır. Bir diğer yanıyla da telafi etme yükümlülüğü, bu çözüm süreçlerinin sonucunda sunulan telafiyi ifade eder. Bu, maddi boyut olarak adlandırılır ve eski hale getirme, tazminat, tekrarlanmama güvencesi gibi farklı çözümleri içerir.
Çözüm sağlayan kurum ve mekanizmalar
Rehber İlkeler’in üçüncü sütununda telafi etme yükümlülüğün usuli boyutu, iş dünyasıyla bağlantılı insan hakları ihlallerine ilişkin şikayetlerin dile getirilebileceği ve çözüm aranabileceği şu üç mekanizma etrafında ele alınıyor: (a) devlet temelli yargısal mekanizmalar, (b) devlet temelli yargı-dışı mekanizmalar ve (c) yargı-dışı mekanizmalar.
Devlet temelli yargısal mekanizmalar
Devlet temelli yargısal mekanizmalar, yani mahkemeler, etkili çözüm yollarına erişimin merkezinde yer alıyor.
Devlet temelli yargısal mekanizmaların etkili ve yeterli olması, sadece iş dünyasıyla bağlantılı insan hakları ihlallerine ilişkin şikayetlerin dile getirilebileceği bir mahkemenin varlığı anlamına gelmiyor. Bu mekanizmaların etkili ve yeterli olduğundan bahsedebilmek için yargı sisteminin hukukun üstünlüğünün temel unsurları olan bağımsız ve tarafsız yargı ile adil yargılanma hakkını sağlaması zorunlu. Bunların yokluğunda, iş dünyasıyla bağlantılı insan hakları ihlallerinden etkilenenlerin etkili çözüm yoluna erişimi olduğu söylenemez.
Rehber İlke 26’da ihlallerden etkilenenlerin devlet temelli yargısal mekanizmalara erişimde karşılaştıkları yargı sisteminden veya uygulamadan kaynaklanan engeller veya sınırlar/bariyerleri kaldırma yükümlülüğü olduğu ve bunun da bu mekanizmaların etkili ve yeterli olup olmadığında belirleyici olduğu hatırlatılıyor. Başka ülke vatandaşı olan kişilerin dava açma imkanlarının sınırlandırılması, yüksek harç tutarları, kanıtlama yükümlülüğünü zorlaştıran hukuki düzenlemeler veya kısaltılmış dava açma süreleri, böylesi engel ve sınırlara örnek olarak verilebilir.
Devlet temelli yargı-dışı mekanizmalar
Devletler, mahkemelerin yanı sıra, iş dünyasıyla bağlantılı insan hakları ihlallerine ilişkin şikayetlerin dile getirebileceği etkili ve yeterli yargı-dışı mekanizmaları da sağlamalı (Rehber İlke 27).
Rehber İlkeler, iş dünyasıyla bağlantılı insan hakları ihlallerine maruz kalanlara çözüm ve telafi sağlamada ortaya çıkabilecek boşlukların doldurulabilmesinin bir yolu olarak devlet temelli yargı-dışı mekanizmaların oluşturulmasını teşvik ediyor.
Devlet temelli yargı-dışı mekanizmalar ile arabuluculuk yoluyla çözüm sağlayan mekanizmalar, sonucunda karar verme yetkisine sahip mekanizmalar, insan hakları yaklaşımını içeren geleneksel süreçler ya da kamu denetçisi, insan hakları kurumu gibi mevcut ulusal önleme mekanizmaları kastediliyor.
Bu mekanizmalar, yargı-dışı olduğu için etkililiği ve yeterliliği mahkemeler için olduğu gibi hukukun üstünlüğünün temel unsurlarının varlığı veya yokluğu üzerinden değerlendirilmiyor. Rehber İlkeler, birey ve toplulukların devlet temelli olsa da yargı-dışı mekanizmalara başvurmasının güven temelli olabileceği düşüncesini benimsiyor.
Rehber İlke 31’e göre, devlet temelli yargı-dışı mekanizmaların etkili ve yeterli bir çözüm sunabilmesi için şu ölçütleri karşılaması gerekiyor: (a) meşru olmalı, (b) erişilebilir olmalı, (c) öngörülebilir olmalı, (d) eşitlikçi olmalı, (e) şeffaf olmalı, (f) haklarla uyumlu olmalı ve (g) sürekli öğrenmenin bir kaynağı olmalı. Bu ölçütler, bu mekanizmaların yapısında olması gerektiği gibi etkililiklerinin ölçülmesi için de referans noktası sağlıyor.
Çokuluslu Şirketler için Sorumlu İş Yönetimine ilişkin OECD Rehberi’nin (OECD Rehberi) içerdiği standartlara uyulup uyulmadığını denetleyen şikâyet mekanizması, NCP’ler, devlet temelli yargı dışı mekanizmaların en bilineni ve yaygın olanı. NCP’lere ilişkin detaylı bilgiyi bir sonraki bölümde bulabilirsiniz.
Yargı-dışı mekanizmalar
Rehber İlkeler’in ikinci sütunda, şirketlerin insan hakları ve çevre üzerinde olumsuz etkilere yol açmaları veya katkıda bulunmaları durumunda, insan haklarına saygı gösterme sorumluluklarının bir gereği olarak telafi sağlamaları gerektiği belirtiliyor (Rehber İlke 22 ve açıklayıcı metni).
Üçüncü sütundaki ‘yargı-dışı mekanizmalar,’ Rehber İlke 22’de şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluklarının bir gereği olduğu belirtilen şirket düzeyindeki şikâyet mekanizmaları ifade ediyor. Şirket düzeyindeki (operational-level) şikâyet mekanizmaları, şirket faaliyetlerin olumsuz etkisi karşısında birey ve toplulukların başvurabileceği, şirketlerin kendi bünyelerinde oluşturdukları şikâyet birimleri olabileceği gibi şirketler böylesi şikayetlerin belirli bir sektör veya çok-paydaşlı girişimler tarafından oluşturulan şikâyet mekanizmalarına da katılabilir.
Birey ve toplulukların yargı-dışı mekanizmalara taşıyacakları şikayetlerde iddianın mutlaka halihazırda gerçeklemiş bir insan hakkı ihlali olması gerekmiyor. İhlal gerçekleşmiş olmasa dahi birey ve topluluklar gerçekleşebileceğine dair bir endişe duyuyorsa, bu mekanizmalar aracılığı ile endişe duyduğu olumsuz etkiyi iletebilir.
Rehber İlke 29’un açıklayıcı metni, şirket düzeyindeki şikâyet mekanizmalarının iki ana işlevini vurguluyor:
- Öncelikle, şirket faaliyetlerinden olumsuz etkilendiğini veya etkileneceğini beyan edenlerin, bu endişelerini dile getirmek için bir kanal açar. Dolayısıyla, şirketler bu mekanizmalara yapılacak başvuruları, insan hakları durum tespit süreçlerinin bir parçası haline getirmeli ve faaliyetlerinin insan hakları üzerindeki olumsuz etkilerini tespit ederken bundan yararlanmalı.
- İkinci olarak, olumsuz etkinin erken bir aşamada tespit edilmesini sağlar. Böylelikle, olumsuz bir etkiye müdahale edilmesine, zararın artmasının önlenmesine ve erken bir aşamada çözümlenmesine imkân sağlar.
Devlet temelli yargı-dışı mekanizmalar bakımından olduğu gibi şirket düzeyindeki şikâyet mekanizmaları bakımından da Rehber İlkeler, birey ve toplulukların bu mekanizmalara başvurmasının güven temelli olabileceği düşüncesini benimsiyor (Rehber İlke 31 açıklayıcı metni). Şirket düzeyindeki şikâyet mekanizmalarının etkili ve yeterli bir çözüm sunabilmesi için meşruluk, erişilebilirlik, öngörülebilirlik, eşitlikçilik, şeffaflık, haklarla uyumluluk ve sürekli öğrenmenin bir kaynağı olma ölçütüne ek olarak, katılım ve diyaloğa dayalı olması gerekiyor.
Rehber İlke 31: Yargı-dışı mekanizmalar için etkililik kriterleri |
Rehber İlkeler, devlet temelli olsun olmasın, yargı-dışı hem mekanizmaların yapısal olarak oluşturulmasında hem de bu mekanizmaların uygulamada etkili olabilmesi için temel olarak bazı ölçütlere sahip olması gerektiğini hatırlatıyor.
Bu ölçütler ve Rehber İlkeler’de kendilerine verilen anlam şöyle özetlenebilir: Meşruluk: Meşru olma, yarı-yargısal bir mekanizmayı kullanacak birey, topluluklar veya sivil toplum aktörlerinin, ancak güvenirlerse ona başvurmayı tercih edecekleri düşüncesine dayanıyor. Rehber İlkeler’e göre meşruluk ölçütü, şikâyet süreçlerinin adil şekilde yürütülmesinden sorumlu/hesap verebilir olunmasıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla, yarı-yargısal mekanizmalar hesap verebilir kılınacak bir yapıyı içerecek şekilde oluşturulmalıdır. Erişilebilirlik: Rehber İlkeler’e göre yarı-yargısal bir mekanizmanın erişebilir olması, ancak onu kullanacak birey, topluluklar veya sivil toplum aktörleri tarafından bilinir olması ve belirli erişim engelleri ile karşılaşanlara gerekli desteğin sağlanması ile mümkün olabilir. Öngörülebilirlik: Öngörülebilir olma, aynı meşru olma ölçütünde olduğu gibi yarı-yargısal mekanizmayı kullanacak olanlarda oluşacak güvenin bir parçası. Hatta, hesap verebilir olabilmesinin de bir aracı. Yarı-yargısal bir mekanizmaya başvurabilecek olan herkes, başvuru sürecinin nasıl yürütüleceği, bu sürecin sonucunda ne gibi sonuçlar elde edebileceğini bilmeli; daha da önemlisi bu süreç ve sonuçların herkese aynı şekilde uygulanacağından emin olmalıdır. Dolayısıyla, yarı-yargısal mekanizmaların öngörülebilir olması, bir başvurunun nasıl yapılacağı, nasıl değerlendirileceği, nasıl karara varılacağı ve bu kararın yerine getirilmesinin nasıl izleneceği ile tüm bunların hangi süreler içinde yapılacağına ilişkin oluşturulacak kurallar ile mümkün olabilir. Eşitlikçi olma: Eşitlikçi olma ölçütünün ardında, olumsuz etki ve ihlallere maruz kalanların şirketlere göre bilgi ve kaynağa erişiminin daha sınırlı olabileceği düşüncesi yer alıyor. Bu nedenle de yarı-yargısal bir mekanizma eşitlikçi olmak için, bu mekanizmayı kullanacak olanlar için bazı imkanlar sunmalı. Bu imkanlardan kastedilen ise erişim imkanları. Rehber İlkeler bunun, o mekanizmanın şikâyet süreçlerini kullanmak ve katılabilmek için gerekli bilgiye, tavsiyeye ya da uzmanlığa erişimlerinin sağlanmasıyla olabileceğini ifade ediyor. Şeffaflık: Meşru olma ve öngörülebilir olma ile birlikte şeffaflık da yarı-yargısal mekanizmayı kullanacak olanlarda oluşacak güvenin bir parçası. Rehber İlkeler’e göre yarı-yargısal bir mekanizma, her iki tarafı da sürecin işleyişi hakkında bilgilendirmeli, bunun için yeterli bir şekilde bilgi paylaşımı yapmalı. Bununla birlikte meşruiyetinin sağlanması için kamuoyu ile şeffaf bilgi paylaşımı (başvuru istatistikleri, mekanizmanın işleyişi, varılan çözümler gibi konularda) da şeffaflık kriterinin bir parçası. Haklarla uyumluluk: Haklarla uyumluluk, yarı-yargısal bir mekanizmanın değerlendirme süreci sonunda vardığı sonuçların ve önerdiği çözümlerin uluslararası düzeyde kabul edilmiş insan haklarına uygun olmasının sağlanması gerektiği anlamına geliyor. Sürekli öğrenmenin bir kaynağı olma: Sürekli öğrenmenin kaynağı olma ölçütü, esas olarak yarı-yargısal mekanizmanın kendisine yönelik bir unsur. Bununla kastedilen, yarı-yargısal bir mekanizmanın kendisine yapılan başvuruları bir deneyim olarak görmesi ve bunlardan ders çıkarması. Bu ölçütü yerine getirebilmenin yolları arasında şikayetlerin sıklığının, örüntüsünün ve nedenlerinin düzenli olarak analiz edilmesi, etkili bir çözüm yolu sunmak için değiştirilmesi gereken kuralların tespit edilmesi, verilen kararların uygulama aşamalarının takip edilmesi sayılabilir. Katılım ve diyaloğu temel alma: Katılım ve diyaloğu temel alma esas olarak şirket düzeyindeki şikâyet mekanizmaları için geçerli bir ölçüt. Rehber İlkeler’e göre, mekanizmayı kullanması hedeflenen tüm birey, topluluk ve gruplarla yakın ilişki kurulmalı, mekanizmanın yapısı ve işleyişi ile ilgili görüşleri alınmalı ve şikayetlere müdahale etmenin ve çözüm bulmanın bir yöntemi olan diyaloğa ağırlık verilmeli. |
Etkili ve yeterli bir ‘telafi’
Eğer birey ve toplulukların ihlal iddiasını ileri sürmek için erişebileceği çözüm sağlayan kurum ve mekanizmalar etkili ve yeterli bir telafi sunmuyor veya sunamıyorsa, çözüm yollarına erişimden söz etmek de mümkün değil. Dolayısıyla, çözüm yollarına erişimden, çözüm sağlayan kurum ve mekanizmalar ile etkili ve yeterli telafinin birlikte olduğu durumları anlamalıyız.
Üçüncü sütununda çözüm sağlayan kurum ve mekanizmalara odaklanan Rehber İlkeler, etkili ve yeterli bir telafiye Rehber İlke 25’in açıklayıcı metninde değiniyor. Burada, telafi etme yükümlülüğünün usuli (yani, kurum ve mekanizmalar) ve maddi boyutunun (yani, telafinin) birbiriyle yakından ilişkili olduğu, dolayısıyla çözüm mekanizmalarının hem süreç hem de sonuç bakımından etkili ve yeterli olması gerektiği hatırlatılıyor. Ayrıca, telafinin “özür, eski hale getirme, rehabilitasyon, mali veya mali olmayan tazminat ve cezai yaptırımların (cezai veya idari para cezaları gibi) yanı sıra, örneğin ihtiyati tedbirler veya tekrarlamama güvenceleri yoluyla zararın önlenmesini” içerebileceği ifade ediliyor. Bu açıklayıcı metin haricinde, maddi boyutu detaylı şekilde ele alan bir Rehber İlke bulunmuyor.
Rehber İlke 25’in açıklayıcı metnindeki telafiler, örnek olarak sayılıyor. Etkili ve yeterli bir ‘telafi’nin biçiminin ne olacağı, ihlallerin niteliği ve ihlale maruz kalanların ihtiyaçları gibi çeşitli koşullara bağlı. Bununla birlikte, etkilenen hak sahiplerinin kendi tercihleri de belirleyici; dolayısıyla, telafi biçiminin belirlenmesinde onların katılımı ve bu süreçlere dahil edilmesi gerekiyor.
Etkili ve yeterli bir telafinin biçiminin ne olabileceği konusunda BM Mağdurların Çözüm ve Telafi Haklarına Dair Temel İlkeler ve Kurallar (‘Telafiye Dair BM İlkeleri’) yol gösterici olabilir.5 Telafiye Dair BM İlkeleri, yeterli ve etkili telafinin çözüme yönelik tedbirler yoluyla sağlanabileceği düşüncesine dayanıyor ve bu anlamda telafilerin alabileceği beş biçim tanımlıyor: eski hale getirme, tazminat, rehabilitasyon, tatmin ve tekrarlamama güvenceleri.6
Her bir telafi biçimi, ihlalin ve zararın sonuçlarını farklı yönlerden ele alabileceğinden etkili ve yeterli bir telafiyi sağlamak için farklı telafi biçimleri birbirini tamamlayıcı nitelikte kullanılmalı.
Telafinin biçiminin belirlenmesinde, şirketlerin faaliyetleriyle insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri ve bu etkilerin neden olduğu zararların her zaman bireyleri etkilemediği, kolektif (toplumsal) bir boyutu da olduğu hatırlanmalı. Bunun yanı sıra, bu olumsuz etkilerin toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine ve cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, yaş, engellilik, dil, etnik köken gibi farklı ayrımcılık biçimlerine neden olduğu ve bunlara maruz kalanların durumlarını kötüleştirdiği de dikkate alınmalı.
Telafiye Dair BM İlkeleri’ne göre Telafi Biçimleri |
Telafiye Dair BM İlkeleri’nde uygun olduğu hallerde ve ihlalin ağırlığı ile her bir vakanın koşulları ile orantılı olarak telafinin alabileceği beş biçim bulunuyor. Bunlar;
Eski hale getirme (Restitution) İhlalin bir yargısal işlemden (mahkeme kararı gibi) kaynaklandığı durumlarda ceza yargılamasının yenilenmesi yoluyla mahkeme kararının ortadan kaldırılması eski hale getirmenin bir örneği. Zorla yerinden edilen yere birey ve toplulukların geri dönmesi ya da gasp edilen toprakların iadesi de eski hale getirmenin örneklerinden. Ancak, eski hale getirme her ihlal durumunda mümkün olamayabilir. Bunun en tipik örneği olarak yaşam hakkı ihlali anılabilir. Tazminat (Compensation) Çevresel zararlarda sıklıkla görüldüğü üzere genellikle eski hale getirmenin imkânsız olduğu durumlarda uygulanabilir. Uygulandığı durumlarda da tazminat bir telafi olarak sınırlı kalabilir. Örneğin, petrol sızıntısı ile kaybedilmiş yaşam alanları ve biyoçeşitlilik nedeniyle buraları terk etmek zorunda kalan, dolayısıyla kültürel, dini veya manevi birlikteliği dağılan topluluklar için tazminat yeterli bir telafi sağlayamayabilir. Rehabilitasyon (Rehabilitation) Dolayısıyla, rehabilitasyonu sadece fiziksel veya psikolojik iyileşmeyle sınırlı anlamamak gerekir; bireylerin fiziksel ve zihinsel yeteneklerini geri kazanmasının yanı sıra sosyal ve mesleki yeteneklerini geri kazanmasını sağlamaya da yönelebilir. Tatmin (Satisfaction) Kamuoyu önünde özür dilenmesi (sorumluluğun kabul edilmesi), anma töreni düzenlenmesi, ihlallerin eğitim materyallerine dahil edilmesi, ihlalle maruz kalanların hakikatlerinin kabul edilmesi ve açıklanması gibi temelinde, bireylerin itibar ve onurlarına verilen zararlara karşılık sağlanması yer alır. Tekrarlamama güvenceleri (Guarantees of non-repetition) İhlalleri ve zararları önlemeye katkı sağlayacak telafiler için politika değişiklikleri, yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, yasa değişikliği yapılması örnek olarak gösterilebilir. |
Alet çantamızda ne gibi araçlarımız var?
Şirketlerin hesap verebilirliğini sağlayacak ve hak sahiplerine de etkili ve yeterli bir telafi sunacak mekanizmaların hak sahiplerine, hak savunucularına ve sivil toplum aktörlerine sunduğu araçları ele aldığımız bu bölümde, sadece araçları değil, bu araçların kullanımıyla ortaya çıkan hukuku da (yani, mahkemelerin ya da mekanizmaların verdiği kararları) ortaya koymaya çalıştık.
Haksız fiil sorumluluğu davaları
Haksız fiil sorumluluğu davaları ile kastedilen, literatürde ‘çokuluslu şirketin devletindeki yargılama’ (home state litigation) olarak adlandırılan davalar. Bu davaların ortak özellikleri;
- Zararın meydana geldiği yerde değil de zarara neden olan çokuluslu şirketin kurulduğu yerde açılmaları.
- Şirketlerin faaliyetleriyle insan haklarını ihlal ettikleri, bunun bir ‘haksız fiil’ teşkil ettiğinin ve ana şirketin doğrudan bir sorumluluğu olduğunun ileri sürülmesi.
- Dava sonucunda şirketin eyleminin haksız fiil olarak kabul edilmesi ve zararın tazminat yoluyla giderilmesinin talep edilmesi.
Bu tür haksız fiil sorumluluğu davaları, çokuluslu şirkete karşı hukuk mahkemelerinde açılıyor. Davaların konusu insan haklarının korunması değil, çokuluslu şirketlerin insan haklarının ihlaline neden olan faaliyetleri nedeniyle ortaya çıkan zararın tazmini. Bu tür davalar, tazminata hükmedilmesi yoluyla çokuluslu şirketlerin neden olduğu ihlallerin de ‘ihlal’ olarak kabul edilmesi sonucunu doğuruyor.
Bu davalar, şirketlerin insan hakları üzerindeki etkilerini önlemek ve azaltmak için tedbirler almalarını gerektiren ve insan hakları durum tespit süreçlerini esas alan ‘yeni nesil yasalar’ kapsamında açılan özen yükümlülüğü davalarından farklılaşıyor. Bu yasalar kapsamındaki özen yükümlülüğü davalarını bir sonraki bölümde ele alıyoruz.
İlk örnekleri ABD’de görülen haksız fiil sorumluluğu davaları 2004 yılı itibariyle ABD’de başarısız olmaya başlarken, Birleşik Krallık, Hollanda, Almanya, İtalya ve Kanada bu tür davalar için tercih edilen yargı yerleri olmaya başladı.
İhlallere maruz kalanların, ihlalin gerçekleştiği ve kendilerinin yaşadığı yerde değil de ihlale neden olan çokuluslu şirketlerin merkezinin bulunduğu yerde dava açmalarının farklı nedenleri var. İhlalin meydana geldiği yerdeki hukukun üstünlüğü ilkesinin zayıf olması ve bunun sonucunda giderime ulaşma ihtimalinin düşük olması, ihlale neden olan bağlı şirketin az veya sınırlı bir sermayeye sahip olması ve bunun sonucunda zararların tam olarak tazmin edilememe riski ya da ihlalin meydana geldiği yerdeki hukuk sistemine göre merkezi başka bir ülkede bulunan ana şirketin davaya dahil edilmesinin mümkün olmaması gibi nedenlerle ihlale maruz kalanlar ana şirketlere karşı, bu şirketlerin kurulduğu hukuk sistemine yöneliyor.
Haksız fiil sorumluluğu davaları, her bir hukuk sisteminin benimsediği sorumluluk yaklaşımı ve mahkemelerin farklı davalarda geliştirdiği yaklaşımına göre farklı sonuçlar veriyor. Bu nedenle, ihlale maruz kalanlar da ulaşmak istedikleri sonuca göre en elverişli olan hukuk sistemini seçiyor. Bu sonuç, tam bir tazminata ulaşmak olabildiği gibi çokuluslu şirketle diyaloğu başlatmak da olabiliyor. Ana şirketin kurulu olduğu yerde açılan haksız tazminat davalarının büyük kısmında tarafların belli bir tazminat tutarı üzerinde anlaştıkları ve davaların bu nedenle düştüğü görülüyor. Başka bir ifadeyle, haksız fiil davaları bir tür stratejik dava.
En başarılı olduğu örneklerde dahi, bu tür davaları açmanın davacılar için her zaman zorluklarla dolu olduğunu, ancak davanın açıldığı devletin hukuk sisteminin sınırlılıklarını aşabilmeye elverişli vakalarda tatmin edici bir sonuç elde edilebildiğini hatırlamak gerekir.
Bu bölümde ilk olarak haksız fiil sorumluluğu davalarında ihlale maruz kalanların öncelikle aşması gereken bu hukuki engelleri, ardından da ABD’den başlayarak Avrupa’daki farklı yargı yerlerinde ve Kanada’da açılan davalarla gelişen yaklaşımı inceleyeceğiz.
Haksız fiil sorumluluğu davalarında ihlale maruz kalanları bekleyen sorunlar
Her hukuk sisteminde davanın esası hakkında mahkemeler tarafından inceleme yapılabilmesi ve karar verilebilmesi için varlığı veya yokluğu mutlaka gerekli olan şartlar vardır. Dolayısıyla, çokuluslu bir şirketin ana şirketine karşı ana şirketin kurulduğu yerde açılan davaların kabul edilebilmesi için öncelikle bir takım ‘dava şartları’nın karşılandığına karar verilmesi gerekiyor. Bu dava şartları, ihlale maruz kalanların aşması gereken engeller olarak onların karşısına çıkıyor.
Kabaca gruplayacak olursak aşılması gereken bu dava şartları, yetki alanının belirlenmesi ve yargı yerinin elverişli yargı yeri olup olmadığına karar verilmesi. Bu dava şartları sağlandıktan sonra ise ihlale maruz kalanları aşması gereken bir başka engel daha bekliyor: Haksız fiilin ana şirkete atfedilmesi.
▼ Yetki alanının belirlenmesi
Yetki alanı (jurisdiction), bir devletin mekânsal ya da coğrafi olarak yargılama yetkisini kullanabileceği egemenlik sınırlarıyla örtüşen yetki alanını ifade eder. İstinai durumlar dışında, devletlerin yetki alanı, sınırlarının dışına uzamaz. Bu ilke, devletleri, kendi hukuki düzenlemelerini sınırları dışındaki şirketlere uygulamaktan alıkoyar.
Çokuluslu bir şirketin ana şirketine karşı açılan davada mahkemeler önce yetki alanı incelemesi yapar. Ülke hukukuna göre yetki alanında olduğunu kabul ederse yargılama aşamasına geçilir. Kabul etmezse, davayı reddeder.
▼ Elverişli yargı yeri
Forum non conveniens olarak adlandırılan ‘elverişli olmayan yargı yeri,’ davanın açıldığı yerdeki mahkeme ile değil de başka bir ülke mahkemesiyle daha yakın ilişki içinde olması nedeniyle davanın kabul edilmemesini ifade eder.
Çokuluslu bir şirketin ana şirketine karşı açılan davada, olayın özelliklerini değerlendiren mahkeme, kendisinin değil de ihlalin gerçekleştiği yerdeki mahkemelerin dava ile daha yakın ve gerçek irtibata sahip olduğuna karar verebilir. Bu nedenle, davayı reddedebilir.
Çeşitli mahkeme kararlarına bakıldığında ihlalin gerçekleştiği yerde yargı bağımsızlığının bulunması veya adli yardım imkanının olmaması gibi nedenlerle davaların kabul edildiği durumlara rastlanıyor. Bununla birlikte, delillere ulaşma ya da tanıkları dinleme zorluğu gibi nedenlerle de ihlalin gerçekleştiği yerdeki mahkemelerin daha elverişli olduğunun değerlendirildiği ve davaların reddedildiği de görülebiliyor. Dolayısıyla, bu ilkeye göre değerlendirme her olayın özelliğine göre farklılık gösteriyor.
▼ Haksız fiilin ana şirkete atfedilmesi
Davanın açıldığı yerdeki mahkeme, yetki alanı ve elverişli yargı yeri belirlemesini yaptıktan sonra haksız fiil olduğu ileri sürülen ihlalin (dolayısıyla, haksız fiilin) çokuluslu şirketin ana şirketine atfedilebilip atfedilemeyeceğini inceler.
Hukukta ‘gerçek’ ve ‘tüzel’ olmak üzere iki farklı kişi kategorisi vardır. Gerçek kişi, bireyleri ifade ederken, tüzel kişi ise belli amaç için örgütlenen (dernek, vakıf, şirket gibi) yapıları ifade eder. Belli bir amaç için örgütlenen yapılara, hukuken bir kişilik tanınması bir birey gibi işlem yapabilme, taahhütte bulunma, borç altına girme ve sorumluluğun doğması gibi hukuki statü kazandırır.
Bu hukuki statünün bir sonucu da bu yapıların onları oluşturan kişi ve gruplardan bağımsız bir varlıkları olmasıdır. Örneğin, bir dernek onun oluşturan üyelerden bağımsız, ayrı olarak bir kişiliğe/hukuki statüye sahiptir. Benzer şekilde bir şirket de ortaklarından ayrı kişiliğe/hukuki statüye sahiptir. Bu niteliği ile (yani, bağımsız bir kişiliğe sahip olmasıyla) şirketler, başka şirketlerin ortağı olabilir. Ortağı olduğu şirket, kendisinin merkezinin olduğu yerde kurulabilir ya da başka bir ülkede kurulabilir.
Şirketlerin, bu hukuki ilkenin sağladığı imkanlardan yararlandığını görüyoruz. Farklı ticari sebeplerle şirketler, yeni şirketler kurmakta ve kurdukları bu şirketlerin kendisinden bağımsız bir varlık olması dolayısıyla onları ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olduğunun ardına saklanmakta ve de üçüncü kişilere karşı doğacak sorumluluklardan kaçmakta. Çokuluslu şirketler de yatırım yaptıkları ülkelerde başka ortaklarla birlikte kurdukları şirketler aracılığıyla, bu şirketlerin neden olduğu ihlaller dolayısıyla kendilerine atfedilebilecek sorumluluklardan kaçıyor.
Çokuluslu bir şirketin ana şirketine karşı açılan davada, bağlı şirketin eylemlerinden dolayı ana şirkete sorumluluk atfedilebilmesi büyük önem taşıyor. Ana şirkete sorumluluk atfedilebilmesinin bir yolu ‘tüzel kişilik perdesi’nin kaldırılması. Bununla ise şu kastediliyor: Ana şirketin bağlı şirket arasındaki kontrol ilişkisine dayanarak birbirinden bağımsız iki ayrı tüzel kişiliğin bulunmadığının, ana şirketin bağlı şirketi üzerinde hâkim bir konumu olduğunun ve bu hakimiyetin sonucunda da bağlı şirketin ana şirket adına hareket ettiğinin ortaya koyulması.
Bir diğer yolu ise ana şirketin özen yükümlülüğünü ihlal etmesi veya ana şirketin ihlale yardım ve yataklık etmesi. Ana şirketin özen yükümlülüğünü ihlal ettiğini ortaya koyabilmek için – en temelde – (a) ana şirketin ilgili faaliyetlerin yarattığı riskler hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olduğunu, (b) ana şirketin bağlı şirketin günlük faaliyetleriyle yakından ilgilendiğini, (c) ana şirketin uygun olabilecek düzeyde gerekli özeni göstermediğini ve (d) ana şirketin bu başarısızlıklarının, tek neden olmasa bile, ihlalin ve zararın doğrudan bir nedeni olduğunu gösterebilmek gerekiyor.
Ana şirketin ihlale yardım ve yataklık etmesi, haksız fiilin işlenmesine bilinçli bir katkısı, yardımı olmasaydı haksız fiilin işlenmeyecek olması anlamına geliyor.
Amerika Birleşik Devletleri
1789 tarihli Yabancı Haksız Fiil Talepleri Yasası (Alien Tort Claims Act – ATC), çokuluslu şirketlerin hesap verebilirliğini engelleyen ulusal hukuklar ve uluslararası hukuktaki boşluk karşısında 1997 yılında yeni bir imkân olarak belirdi.
Bu imkânı test eden ilk dava, Burmalı köylüler tarafından petrol şirketi Unocal’a karşı Los Angeles’taki Federal Bölge Mahkemesi’nde açılan Doe v. Unocal davası oldu. 1997 yılında davanın ön inceleme aşamasında, şirketlerin ve yöneticilerinin başka ülkelerde uluslararası insan hakları kurallarının ihlali nedeniyle ATC kapsamında yasal olarak sorumlu tutulabileceği ve ABD mahkemelerinin yargı yetkisinin bulunduğuna karar verilmesi yeni bir dönemi başlattı.
Doe v. Unocal davasından başlayarak, çokuluslu şirketlerin faaliyetleri nedeniyle hakları ihlal edilen kişilerin ABD’deki tazminat ve hesap verebilirlik arayışında sıklıkla başvurulan hukuki yol oldu.
Doe v. Unocal davası |
1990’ların başlarında Batılı petrol şirketleri Unocal ve Total, Yadana doğal gaz boru hattını inşa etmek üzere Burma askeri rejimi ile bir ortaklığa girmişti. Askeri rejim, köylüleri Yadana doğalgaz boru hattı projesini desteklemek için ağır işlerde çalışmaya zorluyor ve işkence, tecavüz, yargısız infaz gibi ağır insan hakkı ihlalleri gerçekleştiriyordu.
Uluslararası STK’lar EarthRights International ve Southeast Asian Information Network, 1996 yılında yayınladığı ‘Total Denial’ (Topyekün İnkar) başlıklı raporda Yadana boru hattı projesinin neden olduğu insan hakları ve çevre etkilerini ortaya koydu. Aynı süreçte EarthRights International, Mynamar’lı köylülerin şikayetlerini ABD mahkemelerine taşımaları için destek sundu. Merkezi Kaliforniya eyaletinde bulunan petrol şirketi Unocal’a karşı ATC uyarınca dava açıldı. Davanın ilk önemli eşiği, 1997’de Los Angeles’daki federal bölge mahkemesinin davayı görmeyi kabul etmesiyle aşıldı. Federal Mahkeme, şirketlerin ve yöneticilerinin başka ülkelerde uluslararası insan hakları normlarının ihlali nedeniyle ATC kapsamında yasal olarak sorumlu tutulabileceği ve ABD mahkemelerinin bu tür iddiaları karara bağlama yetkisine sahip olduğu sonucuna vardı. Bir sonraki aşama olan delillerin toplanması aşamasında Federal Mahkeme aşağıdaki tespitlerde bulunsa da Unocal’ın ihlalleri gerçekleştiren askeri birimleri fiilen kontrol etmediği sürece ATC kapsamında sorumlu tutulamayacağı ve davacıların bunu ortaya koyamadığı sonucuna vararak davayı reddetti. “Unocal, ordunun insan hakları ihlallerine bulaştığına dair bir geçmişi olduğuna; Proje’nin, güvenliği sağlamak için köylüleri çalışmaya zorlayan ve köylerin tamamını Proje’nin yararına yerinden eden orduya ödeme yaptığına; ordunun köylüleri çalışmaya ve yerinden etmeye zorlarken çok sayıda şiddet eyleminde bulunduğuna dair bilgi sahibiydi ve Unocal, ordunun bu haksız fiilleri işlediğini, işlemekte olduğunu ve işlemeye devam edeceğini biliyordu veya bilmeliydi. Kanıtlar, Unocal’ın zorla işçi çalıştırıldığını bildiğini ve [Unocal ve Yadana projesinin ortak girişimcisi Total’in] bu uygulamadan fayda sağladığını ve davacılara uygulanan şiddetin mahkemeye mühürlü olarak sunulan ifade tutanaklarında ayrıntılı olarak belgelendiğini göstermektedir.” Davayı açan Burmalı köylüler bu karara itiraz etti. Aynı zamanda Kaliforniya Eyalet Mahkemesi’nde de aynı taleplerle bir dava açtılar. Kaliforniya Eyalet Mahkemesi’nde açılan davada Unocal, federal yasalarla eyalet yasalarının aynı olduğunu, aynı taleplerin Federal Mahkeme tarafından reddedildiğini ve Eyalet Mahkemesi önüne getirilemeyeceğini ileri sürdü. Ön inceleme aşamasının sonunda, ülke dışında işlenen insan hakları ihlallerinin mağdurlarının bir şirkete karşı dava açabileceği; Unocal’ın dahil olduğu ortak girişiminin güvenliği sağlaması için orduyla anlaşmaya vardığı ve bu nedenle Unocal’ın ordunun insan hakları ihlallerinden sorumlu olduğu; Unocal’ın Kaliforniya eyalet mevzuatını ihlal ettiği sonucuna sonucuna varıldı. Bunun üzerine, davanın esasının incelemesine geçildi. Bu aşamada ilk duruşmanın Haziran 2005’te yapılmasına karar verildi. Federal Bölge Mahkemesi’nin kararına karşı yapılan itiraz sürecinde ise 2002’de Temyiz Mahkemesi (Dokuzuncu Daire), davacıların sadece Unocal’ın ihlallerin gerçekleştirilmesinde askeri birimlere bilerek yardım ettiğini ortaya koymakla yükümlü olduğunu, Federal Bölge Mahkemesi’nin kararında olduğu gibi askeri birimleri fiilen kontrol ettiğini ortaya koyması gerekmediğini, bilerek yardım konusunda yeterli kanıtları davacıların sunduğunu değerlendirdi ve kararı bozdu. 2005 yılı Mart ayında, Kaliforniya Eyalet Mahkemesi’ndeki duruşmanın üç ay öncesinde, Unocal, hem eyalet hem de federal mahkemedeki davayı sona erdiren tarihi bir uzlaşmayla davacılara tazminat ödemeyi kabul etti. Davaya ilişkin belgelere erişmek için: https://earthrights.org/case/doe-v-unocal/ |
Çokuluslu şirketlerin faaliyetleri nedeniyle hakları ihlal edilen kişilerin ATC uyarınca açtıkları davalar yasada geçen şu cümleye dayanıyordu: “Bölge Mahkemeleri, bir yabancının yalnızca uluslararası devletler hukukunu (law of nations) ya da Birleşik Devletler’in bir antlaşmasını ihlal ederek işlediği bir haksız fiilden dolayı açacağı her türlü hukuk davasında asli yargı yetkisine sahiptir.”
Bu cümleden hareketle, ABD’de merkezi olan çokuluslu şirketlerin merkezlerinin olduğu yer mahkemelerinde ihlale maruz kalanlar tarafından işkence, soykırım, zorla çalıştırma gibi uluslararası örf hukukunun ihlalini teşkil eden eylemlerin işlenmesine yardım ve yataklık ettikleri sebebiyle aralarında Shell, Rio Tinto, Exxon-Mobil, Pfizer ve Coca Cola’nın da bulunduğu şirketlere karşı davalar açıldı.
Ancak, 2004 yılında, ABD Yüksek Mahkemesi’nin (Supreme Court) Sosa v. Álvarez-Machain kararıyla birlikte aşamalı olarak çokuluslu şirketlerin faaliyetleri nedeniyle gerçekleşen hak ihlalleri için bir başvuru yolu olma imkânı azaldı.
2013’de Kiobel v. Royal Dutch Petroleum, 2018’de Jesner v. Arab Bank ve son olarak 2021’de Nestlé USA Inc. v. Doe kararlarında Yüksek Mahkeme’nin geliştirdiği yaklaşıma göre, ABD vatandaşı olmayan kişilerin ABD’li bir şirkete ABD mahkemelerinde ATC uyarınca dava açılabilmesi için;
- Şirketin içeriği net ve yaygın olarak kabul edilmiş “belirli, evrensel ve zorunlu” bir uluslararası kuralını ihlal ettiğini
- Bu ihlalin, şirketin ABD’de sadece kurumsal olarak varlık göstermesi veya karar alma süreçlerinin ABD’de yürütülmesinden daha önemli bir şekilde ‘ABD topraklarına temas etmesi ve ABD’yi ilgilendirmesi’
kriterlerinin karşılanması gerekiyor. Yüksek Mahkeme’nin öngördüğü oldukça sınırlayıcı bu ölçütlerden ilki bir nebze daha kolaylıkla kanıtlanabilirken (örneğin, zorla çalıştırma, işkence, soykırım gibi ihlaller bu ölçütü karşılıyor) ikincisi oldukça muğlak. Yüksek Mahkeme bu muğlak ölçütü önüne gelen davalarda 2004 yılından bugüne halen netleştirmedi.
Sosa v. Álvarez-Machain |
ATC’ye dayanarak ABD’de dava açmanın şartları ilk olarak Sosa v. Álvarez-Machain davasıyla başladı. Sosa v. Álvarez-Machain davası,
1990 yılında ABD Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi (DEA), doktor Humberto Álvarez -Machain’i Meksika’dan kaçırmak ve yargılanmak üzere ABD’ye getirmesi için bir grup Meksika vatandaşı ile anlaşmıştı. ABD’ye getirilen Álvarez, 1985 yılında bir DEA görevlisinin işkence görmesi ve öldürülmesi olayına karıştığı iddiasıyla tutuklanmıştı. Yargılamanın sonunda beraat eden Álvarez’in yargılandığı davanın Yüksek Mahkeme aşamasında mahkeme, hükümetin zorla kaçırılan bir kişiyi yargılayabileceğini, ancak kaçırma olayının kendisinin uluslararası hukuku ihlal edebileceğini ve bir hukuk davası için gerekçe oluşturabileceğini tespit etmişti. Álvarez, Meksika’ya döndükten sonra ATC kapsamında ABD’ye ve Meksika vatandaşı Jose Francisco Sosa da dahil kendisini kaçıranlara karşı sınır ötesi kaçırma ve keyfi tutuklama iddiasıyla dava açtı. Yargılamanın sonucunda Federal Bölge Mahkemesi, ATC kapsamında keyfi gözaltı ve tutuklama ve sınırötesi kaçırma dolayısıyla Sosa’yı sorumlu buldu ve tazminat ödemesine karar verdi, ancak ABD hükümetine karşı iddiaları reddetti. 2004 yılında Yüksek Mahkeme, keyfi tutuklama yasağının uluslararası örf hukuku olmadığına ve dolayısıyla ATC kapsamında ‘dava nedeni’nin bulunmadığına kanaat getirerek Federal Bölge Mahkemesi’nin kararını bozdu. Yüksek Mahkeme, kararında, uluslararası örf hukukunu dar bir şekilde ele aldı ve ATC uyarınca açılacak davalar için bir eşik oluşturdu. Buna göre, günümüzde ATC uyarınca uluslararası hukukun ihlali sayılan durumların ne olduğunu değerlendirirken “belirli, evrensel ve zorunlu” (specific, universal and obligatory) bir uluslararası kuralın ihlal edilip edilmediğine bakılmalıdır. Bu eşiği belirlerken Yüksek Mahkeme, 18. yüzyılda ATC uyarınca uluslararası hukukun ihlali sayılan durumların korsanlık, diplomatlara müdahale gibi içerik bakımından kesinliğin ve bunların ihlal olduğuna dair kabulün olduğu durumlar olduğu düşüncesine dayandı ve ‘belirli, evrensel ve zorunlu’ eşiğini bu düşünceden hareketle getirdi. Yüksek Mahkeme kararında, ATC davaları için kapının tamamen kapalı olmadığını, ancak yargı yetkisinin de kapının hala tetikte beklemeye tabi olarak aralık olduğu ve dolayısıyla günümüzde dar bir uluslararası hukuk kuralları için açık olduğu anlayışıyla kullanılması gerektiğini ifade etti. |
Kiobel v. Royal Dutch Petroleum |
Kapının ne kadar aralık olduğu daha sonra 2013 yılında Kiobel v. Royal Dutch Petroleum davasında test edildi ve kapının, ABD’de gerçekleşen faaliyetler için aralık olduğu sonucuna varıldı.
1970’lerden bu yana Nijer Deltası’ndaki Ogoni bölgesinden petrol çıkarılırken gerçekleşen sızıntılar ve yakılan gaz Ogoni bölgesinde çevrenin tamamen kirlenmesine yol açıyor, bölgede ekolojik bir felaket yaşanmasına sebep oluyordu. Çevrenin büyük ölçüde tahrip edilmesine ve burada yaşayan on binlerce Ogoni halkının geçim kaynaklarının çokuluslu petrol şirketleri tarafından yok edilmesine karşı geniş çaplı protestolar örgütlenmeye başlandı. Bu protestoları büyük ölçüde Nijeryalı yazar ve aktivist Ken Saro-Wiwa’nın öncülüğünü yaptığı Ogoni Halkının Yaşamını Sürdürmesi Hareketi (Movement for the Survival of Ogoni People – MOSOP) örgütlüyordu. 1993 yılının başında MOSOP, Shell’in Ogoni bölgesinde artık faaliyet yürütmesinin istenmediğini ilan etmişti. Mayıs 1994’te ise MOSOP’a muhalif olduğu bilinen dört Ogoni şefi öldürülmüş ve Nijerya hükümeti herhangi bir delil göstermeksizin MOSOP’u suçlamıştı. Aralarında Ken Saro-Wiwa’nın da bulunduğu dokuz kişi, dört Ogoni şefinin ölümü ile ilişkili olmaları şüphesi ile tutuklanmış, gözaltındayken defalarca işkenceye ve çeşitli kötü muameleye maruz kalmış ve göstermelik bir yargılamanın sonunda 1995’te idam edilmişlerdi. 2002 yılında, ABD’de ikamet eden ve aralarında Ogoni Dokuzlusu’ndan doktor Barinem Kiobel’in eşi olan Esther Kiobel’in de bulunduğu 12 Nijeryalı tarafından Shell’e (Royal Dutch Petroleum) karşı ATC uyarınca dava açıldı. Shell’in petrol faaliyetlerine karşı gerçekleştirilen protestoları bastırmak amacıyla Ogoni Dokuzlusu’nun yargısız infazına yardım ve yataklık ettiği, tanıklara rüşvet verdiği ve onları etkilediği, Nijeryalı güvenlik güçlerine ödeme yaptığı davada ileri sürülen iddialar arasındaydı. Mahkeme, 2006’da Shell’in işkence, keyfi gözaltı ve insanlığa karşı suçlar gibi uluslararası hukuk ihlallerinden sorumlu tutulabileceğine ancak yargısız infaza yardım ve yataklık etmekten sorumlu tutulamayacağına karar verdi. Karara hem davacılar hem de Shell itiraz etti. Temyiz incelemesi sonucunda 2010’da dava, şirketlerin insan hakları ihlallerinden sorumluluğunun evrensel olarak kabul edilen bir uluslararası örf hukuku kuralı olmadığı ve bu nedenle de şirketlere karşı ATC kapsamında dava açılamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Dava bunun üzerine Yüksek Mahkeme’nin önüne geldi. Yüksek Mahkeme taraflardan iki konuyu tartışmalarını istedi: (1) ATC şirketler için uygulanabilir midir? (2) Başka bir devlet topraklarında gerçekleşen ihlaller ATC uyarınca bir dava sebebi midir? Eğer öyleyse, hangi koşullar altında mümkündür? Yüksek Mahkeme, nihai kararında taraflara yönelttiği konulardan ikincisini ele aldı ve davanın reddi kararını onadı. 2013 yılında verdiği kararda Mahkeme’ye göre, ABD’nin sınırları dışında işlenen haksız fiiller için ATC uyarınca ABD mahkemelerinin yargı yetkisi vardır. Ancak, bunun için ABD topraklarına temas eden ve ABD’yi ilgilendiren (touch and concern) önemli bir eylem söz konusu olmalıdır. Dava konusu olayda faaliyetlerin büyük bir kısmının ABD dışında gerçekleşmesi karşısında şirketin ABD’de varlık göstermesinin tek başına ‘ABD topraklarına temas etme ve ABD’yi ilgilendirme’ ölçütünü sağlamadığına karar verdi. Kararda Yüksek Mahkeme, ABD topraklarına temas eden ve ABD’yi ilgilendiren önemli eylemlerin ne olduğunu tanımlamadı. Dolayısıyla, mahkemelerin önlerine gelen olay özelinde değerlendirme yapmasına alan açtı. Bu karara katılan ancak “ABD’nin herhangi bir işkenceci veya insanlığın diğer ortak düşmanı (torturer or other common enemy of mankind) için hem hukuki hem de cezai sorumluluktan muaf güvenli bir liman haline gelmesi”nden endişe duyan dört yargıç ise ATC uyarınca ABD mahkemelerinin yargı yetkisini belirlemek için şu ölçütleri içeren alternatif bir test önerdi: a) İddia edilen haksız fiilin ABD topraklarında meydana gelmesi, Bu dört yargıca göre, ATC korsanlar tarafından zarara uğratılanlara tazmin sağlamayı amaçlıyordu ve bugünün korsanları işkence ve soykırım failleriydi. Ancak, dava konusu olayda üçüncü ölçüt karşılanmıyordu, dolayısıyla davanın reddi kararı uygundu. |
Jesner v. Arab Bank |
ATC uyarınca ABD mahkemelerinin yargı yetkisinin olup olmadığı, diğer bir ifadeyle, kapının ne kadar aralık olduğu, 2018 yılında Jesner v. Arab Bank davasında bir kez daha test edildi. Bu davada, kapının yabancı davalıları koruduğu sonucuna varıldı.
Hamas’ın 1995 ve 2005 yılları arasında İsrail vatandaşlarına karşı düzenlediği çeşitli terör saldırılarında yaralanan, kaçırılan veya öldürülenler adına ABD vatandaşı olmayan davacılar tarafından 2004 ve 2010 yılları arasında biri New York’ta olmak üzere uluslararası şubeleri olan Ürdünlü bir finans kuruluşu Arab Bank’a karşı ATC kapsamında toplam beş dava açıldı. Bu davalarda, Arab Bank’ın bankanın bağış kabul etme, hesap açma ve para aktarma işlemleriyle terör saldırılarını gerçekleştiren grupları bilerek finanse ettiğini ve finansmanlarını kolaylaştırdığı ileri sürüldü. Bunun için ağırlıkla bankanın New York’taki şubesi kullanılmıştı. Bölge Mahkemesi, Kiobel v. Royal Dutch Petroleum kararındaki ‘ABD topraklarına temas etme ve ABD’yi ilgilendirme’ ölçütüne dayanarak ATC’nin şirketlere karşı uygulanamayacağı yorumuna dayanarak davayı reddetti; itiraz aşamasında karar onandı. Yüksek Mahkeme’nin önüne taşınan davada, Mahkeme, Kiobel v. Royal Dutch Petroleum davasında taraflara yönelttiği ancak ele almadığı ilk konuyu (yani, ATC şirketler için uygulanabilir midir? sorusunu) Jesner v. Arab Bank davasında tartıştı. 2018’de verdiği kararında Yüksek Mahkeme, ATC’nin ABD’li ‘yerel’ şirketlere uygulanacağı, ancak yabancı şirketlere uygulanamayacağı sonucuna ulaştı. Yüksek Mahkeme’nin bu değerlendirmesi neticesinde şöyle bir durum ortaya çıktı: Kiobel ve Jesner kararları sonrasında, ATC sadece ABD’li yerel şirketlere karşı ve yalnızca ‘ABD topraklarına temas eden ve ABD’yi ilgilendiren’ iddialar için uygulanabilecekti. Ancak, Yüksek Mahkeme herhangi bir kararında ‘dokunan ve ilgilendiren’ ölçütünü neyin karşıladığını ortaya koymamıştı. |
Nestlé USA Inc. v. Doe |
Aralık olan kapı, 2021 yılında Nestlé USA Inc. v. Doe davasında sert bir şekilde çarpılarak kapandı.
Gıda devi Nestlé, kakao teminini dünyanın en büyük kakao çekirdeği üretiminin yapıldığı Fildişi Sahili’ndeki çiftliklerden sağlamakta, ayrıca bu çiftliklere eğitim, gübre, araçlar gibi kaynak ve finansal fon temin etmekte. Malili altı kişi, Nestlé’nin bağlı olduğu bazı çiftlikler de dahil olmak üzere, kakao üretiminde çocuk köle olarak çalıştırılmak için Fildişi Sahili’ne kaçırıldıklarını ileri sürerek ATC uyarınca dava açtı. Açtıkları davada Nestlé’nin Fildişi Sahili çiftliklerindeki çocuk köleliğini bildiğini veya bilmesi gerektiğini, çiftliklere sağladığı ekonomik destekle çocuk köleliğini ortadan kaldırma gücüne sahip olmalarına rağmen bunu kullanmadıklarını ve Nestlé’nin eylemlerinin ‘yurt dışında köleliğe yardım ve yataklık’ olduğunu iddia ettiler. Nestlé’nin her önemli işletmesel kararının ABD’deki merkezlerinde alındığı gerekçesiyle de ATC uyarınca ABD mahkemelerinin yargı yetkisinin bulunduğunu savundular. Bölge Mahkemesi davayı reddetti ancak, temyiz incelemesinde uluslararası hukuk uyarınca çocuk köleliğinin “evrensel ve mutlak” olarak yasaklanması nedeniyle çocuk köleliğine yardım ve yataklık iddialarını kabul etti. Ancak, kakao tedarik zinciriyle ilgili önemli işletmesel kararların ‘yerelde’ alınıyor olmasının ATC’nin uygulanması sonucunu doğurmayacağına karar verildi. Yüksek Mahkeme, önüne gelen davada, “ATC şirketler için uygulanabilir mi?” sorusunu üçüncü defa değerlendirdi. Nestlé’nin haksız fiil olduğu ileri sürülen davranışlarının neredeyse tamamının Fildişi Sahili’nde gerçekleşmesi nedeniyle ATC uyarınca bir dava sebebinin bulunmadığına oyçokluğuyla karar verdi. Önemli işletmesel kararların ABD’de alınmasının Kiobel kararında geliştirilen ‘ABD topraklarına temas eden ve ABD’yi ilgilendiren’ ölçütünü karşılamadığını değerlendirdi. Karara katılmayan yargıçlar, karşı oylarında, belirli, evrensel ve zorunlu bir uluslararası kuralın ağır şekilde ihlal edilmesi durumunda ATC uyarınca yargılama yapılmasının önemini bir kere daha vurguladı. Yargıçlara göre, bugünün işkencecileri, köle tüccarları ve soykırım failleri, 18. yüzyıldaki korsanlar gibi hostis humani generis idi; yani, insanlığın diğer ortak düşmanı. |
Birleşik Krallık
Çokuluslu şirketlerin faaliyetleri nedeniyle hakları ihlal edilen kişilerin ABD mahkemelerindeki çözüm yollarına erişim arayışları ile neredeyse eş zamanlı olarak Birleşik Krallık hukuk sistemi de denenmeye başlanmıştı.
Bu yönlenmeyi sağlayan neden, Birleşik Krallık hukuk sisteminin İngiliz şirketleri ve Birleşik Krallık’ta mevcudiyet gösteren (örneğin, temsilciliği veya şubesi bulunan) yabancı şirketlere karşı dava açılabilme imkânı sağlamasıydı. Bununla birlikte, Birleşik Krallık Devletlerarası Özel Hukuk Kanunu denizaşırı ülkelerde işlenen haksız fiillerde Birleşik Krallık mahkemelerine yetki alanı (jurisdiction) sağlıyor.
Bu imkanlara dayanarak, İngiliz çokuluslu şirketlerine karşı bir dizi ulusötesi haksız fiil sorumluluğu davası açıldı. Madencilik şirketi Rio Tinto’ya ait Namibya’daki bir madende çalıştıktan sonra kansere yakalanan İskoçyalı işçi Edward Connelly’nin açtığı Connelly v. RTZ Corporation plc ilk davalardan biriydi. Connelly, Namibya’da çalıştığı şirketin sağlık, güvenlik ve çevre politikalarını Birleşik Krallık’taki ana şirketin belirlediğini, madendeki uranyum tozunun etkilerinden işçilerini korumak için makul ölçüde güvenli bir çalışma sistemi sağlanmaması dolayısıyla da kansere yakalandığını ileri sürmüştü.
Bu dava ve sonrasında açılan davalarda, İngiliz çokuluslu şirketlerin başka ülkelerdeki bağlı şirketlerinin neden olduğu çevresel zarar, meslek hastalıkları veya dahil oldukları insan hakları ihlallerinde Birleşik Krallık’taki ana şirketin özen yükümlülüğü tartışıldı.
Chandler v. Cape plc |
Birleşik Krallık mahkemelerinde açılan davalar arasında yer alan Chandler v. Cape plc, çokuluslu bir İngiliz ana şirketinin bağlı şirketi çalışanına karşı özen yükümlülüğü olduğunu ilk kez ortaya koyması bakımından önem taşıyor.
Cape plc’nin bağlı şirketinde yaklaşık bir buçuk yıl çalışan David Chandler, işten ayrıldıktan on yıllar sonra çalıştığı dönemde işyerinde asbeste maruz kalması sonucu asbestozis hastalığına yakalandığını öğrenmişti. Eski işvereni olan bağlı şirket ise artık mevcut değildi ve tedavisini karşılayabileceği bir sigortası da yoktu. Chandler, ana şirketin bir özen borcu bulunduğunu ve bunu ihlal ettiğini ileri sürerek dava açtı. Hem yerel mahkeme hem de temyiz mahkemesi, ana şirketin özen yükümlülüğü olup olmadığını şu kriterlere göre değerlendirdi: 7 (a) zararın öngörülebilir olması, (b) taraflar arasında yeterli yakınlığın bulunması, (c) özen yükümlülüğünün uygulanmasının makul olması. “Bu üç unsur şunlardır: zararın öngörülebilir olması, yükümlülüğün sahibi ile yükümlülüğün sahibi olan taraf arasında hukuk tarafından “yakınlık” veya “komşuluk” olarak nitelendirilen bir ilişkinin varlığı ve durumun, mahkemenin, hukukun bir tarafa diğerinin yararına belirli bir kapsamda bir yükümlülük yüklemesinin adil, hakkaniyetli ve makul olduğunu değerlendireceği bir durum olması.” (para.32) Ana şirketin Chandler’ın uğradığı öngörülebilir zararı önleme yönündeki özen yükümlülüğünün doğmasına sebep olabilecek ‘yakınlık’ (proximity) kriterini ise şu tespitleri ışığında yorumladı: – Bu olayda, bir dizi olay ana şirket ve bağlı şirket arasındaki ‘yeterli yakınlığı’ ortaya koyuyordu: Ana şirket ile bağlı şirket arasındaki bilgi alışverişi, asbest konusunda şirketler grubunun fabrikalarında yapılan araştırma, bağlı şirketin faaliyetlerine ilişkin olarak ana şirket tarafından verilen rehberlik, ana şirketin asbest işini kurması ve daha sonra bunu bağlı şirketine satması. – Ana şirket, bağlı şirketlerinin de dahil olduğu şirketler grubundaki tüm çalışanlarla ilgili sağlık ve güvenlik konularından sorumlu olan bir bilim insanı ve bir sağlık görevlisi istihdam etmişti. Yani, ana şirket hem kendi çalışanlarının hem de bağlı şirketlerinin çalışanlarının asbeste maruz kalarak zarar görme riskine maruz kalmamalarını sağlama sorumluluğunu kendi elinde tutmuştu. Dolayısıyla, özen yükümlülüğüne yol açıyordu. Chandler v. Cape plc davasında Yüksek Mahkeme, özen yükümlülüğü çerçevesinde ana şirket ve bağlı şirket arasındaki ilişkide bağlı şirketin kararlarının tamamen ana şirketin kontrolünde olmasının aranmayacağı yaklaşımını benimsedi. Bu yaklaşımı, Vedanta Resources plc v. Lungowe davasında geliştirdi. |
Vedanta Resources plc v. Lungowe |
İngiliz madencilik şirketi Vedanta Resources Plc’nin Zambiya’daki bağlı şirketi Konkola Cooper Mines Plc (KCM), 2005 yılından bu yana Nchanga bakır madeninden yaydığı zararlı atıklarla bölgede yaşayanların sulama için kullandığı ve içme suyu temin ettiği su kaynaklarını kirletiyordu.
Zambiyalı 1826 köylü tarafından 2015’te Birleşik Krallık’ta hem ana şirket Vedanta’ya hem de bağlı şirketi Konkola’ya karşı dava açıldı. Davacılar, KCM üzerindeki kontrolüne dayanarak, ana şirket Vedanta’nın kirliliğin meydana gelmesini önlemek için yeterli önlemleri alması gerektiğini ve bunu yapmaması dolayısıyla ihmale dayanan haksız fiil sorumluluğu bulunduğunu ileri sürmüştü. Hem Vedanta hem de Konkola, yetki alanı (jurisdiction) itirazında bulundu. İtirazlarının mahkeme tarafından reddedilmesi üzerine ise Yüksek Mahkeme’ye başvurdular. Yüksek Mahkeme, Vedanta Resources plc v. Lungowe davasında yetki alanı olup olmadığını değerlendirebilmek için Vedanta’nın Zambiyalı köylülere karşı bir özen yükümlülüğü olup olmadığı sorusunu değerlendirmek zorunda kaldı.8 Yüksek Mahkeme yaptığı değerlendirmede, Chandler v. Cape plc kararındaki kriterleri uyguladı. Bu kriterlerden ‘taraflar arasındaki yakınlık’ ile ‘özen yükümlülüğünün uygulanmasının makul olması’nı biraz daha netleştirdi. Mahkemeye göre, çokuluslu şirketlerde uygulanabilecek yönetim ve kontrol modellerinin bir sınırı yoktu. O nedenle de ana şirketin özen yükümlülüğü sadece aktif olarak bağlı şirketi yönettiği ve kontrol ettiği durumları değil, denetlediği ve tavsiyelerde bulunduğu durumları da içeren daha geniş bir dizi koşuldan kaynaklanabilirdi. “… Chandler davasındaki iddia gibi, ana şirketin, bir yan kuruluşunun faaliyetlerinden zarar gören kişilere (bu durumda çalışanlar değil komşular) karşı teamül hukukunda bakım yükümlülüğü doğduğu iddiası olarak genel bir şekilde sınıflandırılabilir. Ancak, ana şirketlerin bağlı şirketlerinin faaliyetlerine ilişkin sorumluluğu, teamül hukukunda ihmal sorumluluğunun ayrı bir kategorisi değildir. Bir şirketin başka bir şirketin hisselerinin tamamına veya çoğunluğuna doğrudan veya dolaylı olarak sahip olması (bu, ana şirket/bağlı şirket ilişkisinin indirgenemez özüdür), ana şirketin bağlı şirketin faaliyetlerinin veya bağlı şirketin sahip olduğu arazilerin yönetimini kontrol etmesine olanak tanıyabilir, ancak ana şirkete bunu yapma yükümlülüğü getirmez; bu yükümlülük bağlı şirkete veya daha da ötesi başka herhangi bir kişiye karşı da geçerli değildir. Her şey, ana şirketin bağlı şirketin ilgili faaliyetlerinin (arazi kullanımı dahil) yönetimini devralma, müdahale etme, kontrol etme, denetleme veya danışmanlık yapma fırsatını ne ölçüde ve nasıl kullandığına bağlıdır.” (para.49) … “Grup genelindeki politikalar tek başına üçüncü şahıslara karşı böyle bir özen yükümlülüğü doğurmasa bile, ana şirket bu politikaları sadece ilan etmekle kalmayıp, eğitim, denetim ve uygulama yoluyla ilgili bağlı şirketler tarafından uygulanmasını sağlamak için aktif adımlar atarsa, bu yükümlülük doğabilir. Benzer şekilde, yayınlanan materyallerde, fiilen yapmasa bile, bağlı şirketleri üzerinde bu derecede denetim ve kontrol uyguladığını iddia eden ana şirketin, üçüncü şahıslara karşı ilgili sorumluluğu üstlenebileceği kanısındayım. Bu gibi durumlarda, bu konudaki ihmali, kamuoyuna karşı üstlendiği sorumluluğun terk edilmesi anlamına gelebilir.” (para.53) Bu bağlamda Yüksek Mahkeme, yayınladığı sürdürülebilirlik raporlarında Vedanta’nın yönetim kurulunun bağlı şirketlerinin özellikle suya atık boşaltmaları ve bakır madeninden doğabilecek diğer sorunları gözetmek bakımından sorumlu olduğunu kamuoyuyla paylaştığını vurgulayarak özen yükümlülüğü bulunduğu sonucuna ulaştı. “Yayınlanan materyallerin bir kısmını içeren, “Sürdürülebilirliğin Yerleştirilmesi” başlıklı raporda, Vedanta’nın tüm iştiraklerinin denetiminin Vedanta yönetim kuruluna ait olduğu vurgulanmış, atıkların suya tahliyesi ile ilgili sorunlara ve maden ocağında ortaya çıkan özel sorunlara özellikle değinilmiştir.” (para.58) Yetki alanı itirazlarının reddedilmesinden sonra Vedanta ve Konkola, davanın esasına geçilmeden 2021 yılında davacılarla uzlaşma yoluna gitti. Davanın esasına geçilseydi, Birleşik Krallık mahkemelerinin yukarıda atıf yapılan tespitlerini daha da derinleştirme imkânı olacaktı. Ancak bu haliyle de Yüksek Mahkeme, ana şirketin bağlı şirket üzerinde yönetim ve kontrolünün olup olmadığını dar anlamda değil, daha geniş bir bakış açısıyla düşünmek gerektiği yönündeki daha geniş bir yorumu içeren yaklaşımı ortaya koydu. Bu yaklaşım, daha sonra Okpabi v. Royal Dutch Shell plc davasının Yüksek Mahkeme aşamasında kendini tekrar eden ve hatta daha da geliştiren bir şekilde gösterdi. |
Okpabi v. Royal Dutch Shell plc |
Nijer Deltası’ndaki Ogale ve Bille bölgesinde yaşayan topluluklar tarafından Birleşik Krallık mahkemelerinde Royal Dutch Shell ve onun Nijerya’daki bağlı şirketlerinden biri olan Shell Petroleum Development Company of Nigeria Ltd aleyhine, boru hattından sızan petrolün yarattığı ekonomik zarar ve çevresel bozulma dolayısıyla dava açılmıştı. Shell’in Nijerya’daki bağlı şirketinin işlettiği boru hatlarından kaynaklanan petrol sızıntıları ve kirlilik sonucunda doğal su kaynaklarının içme, balıkçılık, tarım veya yıkanma için güvenli bir şekilde kullanılamadığını ileri sürüyorlardı. Ana şirket Shell’in, bağlı şirketinin faaliyetleri üzerinde kontrolü olduğuna, grup şirketleri çapında politikalar benimsediğine, dolayısıyla özen yükümlülüğü sorumluluğu olduğuna dayanıyorlardı.
Chandler v. Cape plc kararında uygulanan kriterlerden ‘taraflar arasındaki yakınlık’ kriterinin bu davada kanıtlanamadığı gerekçesiyle yerel mahkeme davayı reddetti. Bu karar, temyiz mahkemesi tarafından onandı. Temyiz mahkemesi, Shell’in ana şirket olarak grup şirketlerinin mali konularıyla ilgilendiğini, grup şirketlerine yönelik politikalarının standart politikalar olduğunu değerlendirip, dolayısıyla iki şirketin birbirine bağlanamayacağı sonucuna ulaştı. Yüksek Mahkeme ise, kararı hatalı bularak bozdu ve Vedanta Resources plc v. Lungowe kararındaki tespitleri daha da sağlamlaştıracak şu değerlendirmeleri yaptı:9 ❯ Bir dava, açıkça gerçek dışı veya savunulamaz değilse yetki alanı olmadığı gerekçesiyle reddedilmemelidir. “Gerçeklere ilişkin iddiaların açıkça yanlış veya dayanaksız olduğu durumlar hariç, davalı tarafın kendi delilleriyle iddia edilen gerçekleri tartışması genellikle uygun değildir. Bunun yapılması, orada yargılanabilir bir mesele olduğunu gösterebilir.” (para.22) ❯ Grup çapında politikaların veya standartların kabul edilmesi ve bunun kamuoyuna duyurulması edilmesi kendi başına bir özen yükümlülüğüne yol açabilir. “İlk olarak, Temyiz Mahkemesi, bir ana şirketin grup çapında politikalar veya standartlar açıklamış olmasının, tek başına bir özen yükümlülüğü doğurmayacağını belirtmiştir. Bu [değerlendirme], Vedanta kararıyla çelişmektedir.” (para.143) ❯ Özen yükümlülüğünün oluşması bakımından asıl mesele ana şirketin ilgili bir faaliyetin yönetimini ne ölçüde devraldığı veya paylaştığıdır, özellikle kontrolün uygulanması değildir. “… Vedanta’da her şey şuna bağlıdır: “ana şirketin, bağlı şirketin ilgili faaliyetlerinin yönetimini devralma, müdahale etme, kontrol etme, denetleme veya danışmanlık yapma fırsatını ne ölçüde ve nasıl kullandığı…”. “Bu durumu değerlendirirken, kontrol sadece bir başlangıç noktasıdır. Asıl mesele, ana şirketin ilgili faaliyetin (burada boru hattı işletimi) yönetimini ne ölçüde devraldığı veya iştirakiyle paylaştığıdır. Bu, bağlı şirketi kontrol eden ana şirket tarafından ortaya konulabilir veya konulmayabilir. Bir anlamda, tüm ana şirketler bağlı şirketlerini kontrol eder. Bu kontrol, ana şirkete yönetimde yer alma fırsatı verir. Ancak, bir şirketin kontrolü ile faaliyetlerinin bir kısmının fiili yönetimi iki farklı şeydir. Bir bağlı şirket, faaliyetlerinin hukuki kontrolünü elinde tutabilir, ancak bunların bir kısmının fiili yönetimini ana şirketin temsilcilerine devredebilir.” (para.146-147) ❯ Çokuluslu şirketlerde yönetim veya kontrol modellerinin bir sınırı olmadığı için genel varsayımlar olmamalıdır. “… Ancak, özen yükümlülüğünün olup olmadığı konusuna genel varsayımlara veya önkabullere dayanarak yaklaşmak yanlış olacaktır. Lord Briggs’in Vedanta davasının 51. paragrafında belirttiği gibi: “Çokuluslu bir şirketler grubu içinde uygulanabilecek yönetim ve kontrol modellerinin sınırı yoktur. Bir uçta, ana şirket, çeşitli doğrudan ve dolaylı bağlı şirketleri tarafından yürütülen ayrı işlerde pasif bir yatırımcıdan daha fazlası olmayabilir. Diğer uçta ise, ana şirket, grubun işlerini yönetim açısından tek bir ticari işletme gibi yürütülmesi için kapsamlı bir dikey yeniden yapılanma gerçekleştirebilir ve böylelikle grup içindeki tüzel kişilik ve mülkiyet sınırları anlamsız hale gelir …” (para.150) Önce Vedanta Resources plc v. Lungowe kararı, ardından da Okpabi v. Royal Dutch Shell plc kararı, Birleşik Krallık mahkemelerinde görülen davalarda grup şirketleri politikalarının ana şirketin özen yükümlülüğünü doğuracağı yönünde dikkate alınmaya devam edeceğini gösteriyor. Yüksek Mahkeme’nin kararından sonra Okpabi v. Royal Dutch Shell plc davası yerel mahkeme önüne tekrar geldi. Bu çalışmanın tamamlandığı tarihte henüz bir karar verilmemişti. |
Almanya
Pakistan’da 2012 yılında Ali Enterprises fabrikasında çıkan yangın, şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu tartışmasının köşe taşlarından biri oldu. Kurumsal sorumluluk ilkesini benimsediklerini söyleyen büyük hazır giyim markalarının tedarik zincirlerindeki çalışma koşullarını olması gerektiği gibi kontrol etmediği ve buradaki aykırılıklara müdahale etmedikleri bu yangınla açığa çıktı. Açığa çıkan sadece bu değildi; yangın sonrasında da hiçbir sorumluluk almak istemediler, hukuki boşluklara sığındılar ve bu boşluklardan yararlandılar. Kısaca, söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmadığı ortaya çıktı.
Ali Enterprise fabrikasındaki yangından geriye sadece enkaz değil, orada üretilen ürünler de kalmıştı. Bunlar arasında Alman perakende şirketi KiK’in ürünleri de vardı. KiK’in yöneticileri de yangından önceki açıklamalarında Ali Enterprises’ın ana müşterilerinden biri olduklarını saklamıyordu. Ali Enterprises fabrikasında üretilen ürünlerin en az %70’inin kendilerine ait olduğunu açıklıyorlardı.
2015 yılında, yangından kurtulan bir kişi ve yangında ölen işçilerin üç yakını olmak üzere dört kişi fabrikada üretilen tekstil ürünlerinin ana alıcısı olan KiK’in merkezinin bulunduğu Almanya’da haksız fiil sorumluluğu davası açtı. ABD ve Birleşik Krallık’taki bağlı şirketlerin neden olduğu ihlallerden farklı olarak bu davanın konusu, tedarik zincirindeki ihlallerdi.
Jabir ve diğerleri v. KiK Textilien |
Davacılar, Ali Enterprise’ın en büyük müşterisi olarak KiK’in işçilere karşı özen yükümlülüğü bulunduğunu ve Ali Enterprises’ın ihmalinden dolaylı sorumlu olduğunu ileri sürdüler. Bu iddiaları, KiK’in tedarikçisi Ali Enterprise üzerinde fiili olarak ekonomik baskı uygulayabilme gücü olduğuna ve ayrıca Ali Enterprises ile arasındaki Davranış Kuralları’nın ihlal edildiğini ileri sürebileceğine dayanıyordu.
Mahkeme, Jabir ve diğerleri v. KiK Textilien davasında, dava konusunun Pakistan’da meydana gelen bir haksız fiilden kaynaklanan ve sözleşmeye dayanmayan bir talep olması nedeniyle haksız fiilin işlendiği yer hukukunu (lex loci damni) yani, Pakistan hukukunu uyguladı. Birleşik Krallık’ta uygulanan hukuk sistemini (‘Common Law’) takip eden Pakistan hukukuna göre, haksız fiil sorumluluğunun söz konusu olabilmesi için iki olasılık bulunuyor: (1) İşverenin veya “istihdama benzer” bir ilişkide bulunan kişinin kusursuz sorumluluğu (vicarious liability). İşverenin kusursuz sorumluluğunda, kişilerin belli ilişkileri ve konumları dolayısıyla kendileri işlemedikleri halde belli fiillerden sorumlu tutulmaları söz konusu olmaktadır. (2) İhmale dayanan haksız fiil sorumluluğu (tort of negligence). Common Law sisteminde ‘ihmal,’ haksız fiilin bir türüdür. İhmale dayanan haksız fiilden söz edebilmek için özen yükümlülüğünün ihlali, zarar ve ihlal ile zarar arasında nedensellik bağı olması gerekir. Davacılar bu ikinci olasılığa dayandılar ve mahkemeden Birleşik Krallık mahkemelerinin Chandler v. Cape plc davasından başlayarak geliştirdiği özen yükümlülüğünün üçlü kriterlerine (yani, öngörülebilirlik, yakınlık ve adil ve makul olma) göre değerlendirme yapmasını talep ettiler. Ancak mahkeme, davayı zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle reddetti, özen yükümlülüğüne ilişkin bir değerlendirme yapmadı. Dolayısıyla, Alman mahkemelerinde özen yükümlülüğü tartışması yürütülemedi, mahkemelerin yaklaşımı görülemedi. Mahkemenin bu kararına itiraz edilmedi; 2019 yılında Uluslararası Çalışma Örgütü aracılığıyla yürütülen süreç sonucunda davacılara tazminat ödenmesi konusunda uzlaşıldı. |
İtalya
İtalyan petrol ve doğalgaz şirketi olan ENI’nin özellikle Nijerya’da yürüttüğü faaliyetleriyle neden olduğu insan hakları ve çevre ihlalleri farklı çözüm yolları önüne geliyor. Bunlardan biri de İtalyan mahkemeleri önüne taşındı.
Nisan 2010’da ENI’nin hisselerinin tamamına sahip olduğu Nijerya’daki şirketi Nigerian Agip Oil Company (NAOC) tarafından işletilen bir petrol boru hattı arızalandı ve bu bölgede yaşayan Ikebiri topluluğunun geçim kaynaklarını etkileyen bir çevre felaketine neden oldu. Olayın ardından yapılan incelemede petrol sızıntısının bir ekipman arızasından kaynaklandığı sonucuna varıldı. Sızıntı durduruldu ancak kirlenen alan tam olarak temizlenmedi.
Adalete etkili bir erişimin olmaması nedeniyle Nijerya mahkemelerinde açılan davada yol alınamadı. Bunun üzerine, Ododo Francis Timi, Ikebiri topluluğunun yasal temsilcisi olarak 2017 yılında İtalya’da ENI’ye ve NAOC’a karşı dava açtı. ENI’nin tek hissedarı olduğu NAOC’un işlettiği boru hattının arızalanması sonucu meydana gelen petrol sızıntısının kapsamlı bir şekilde temizlenmesini ve tazminat ödenmesini talep etti.
Davanın açılmasının ardından 2019 yılında ENI, davacılarla uzlaşmaya vardı. Taraflar arasındaki uzlaşma, belli bir miktar tazminat ödenmesini ve topluluk projelerini içeriyor, ancak sızıntıdan kaynaklanan kirliliğin temizlenmesini kapsamıyor.
Hollanda
Hollanda, özellikle petrol devi Shell’e karşı açılan haksız fiil sorumluluğu davaları ve son olarak iklim davası ile birlikte dikkatleri üzerine çekiyor. Bu davada verilen kararlar, çokuluslu şirketlerin insan hakları ve çevre ihlalleri dolayısıyla hesap verebilirliğinin artırılması için büyük önem taşıyor. Bunun yanında Hollanda mahkemelerinin bu davalardaki yaklaşımı, sadece çokuluslu şirketlerin değil, tüm şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda tüm mahkemelerin önünde bir yol açıyor.
Dört Nijeryalı Çiftçi ve Milieudefensie v. Shell |
Çokuluslu şirketlerin başka ülkelerdeki bağlı şirketlerinin neden olduğu çevresel zarar, meslek hastalıkları veya çeşitli insan hakları ihlalleri nedeniyle ana şirketin kurulduğu devlette açılan çok sayıda dava oldu. Bu davalardan Birleşik Krallık’ta açılanları ana şirketin özen yükümlülüğünün nasıl yorumlanması gerektiği konusunda önemli tespitler, davaların ön inceleme aşamalarında (yani, yetki alanı olup olmadığı değerlendirmesi sırasında) yapıldı. Bu tespitlerin davanın esas inceleme aşamasında yapıldığı ilk karar şimdilik yalnızca Hollanda’da verildi. 2021 yılında Hollanda Temyiz Mahkemesi, çokuluslu bir şirketin başka bir devletteki bağlı şirketinin faaliyetlerinden zarar gören mağdurlara karşı özen yükümlülüğü olduğuna karar veren ilk mahkeme oldu.
Petrol devlerinden Shell, on yıllardır Nijerya’daki bağlı şirketi aracılığıyla Nijer Deltası’nda petrol çıkarma faaliyetlerinde bulunuyor. Bu faaliyetleri sıklıkla ciddi çevresel ve sağlık etkileri olan ihlallere neden oluyor. Dört Nijeryalı Çiftçi ve Milieudefensie v. Shell davası, Nijer Deltası’ndaki üç ayrı petrol sızıntısı olayıyla ilgili. Bunlardan ilki (Fidelis Ayoro Oguru v. Shell) 2005 yılında Oruma yakınlarındaki bir yeraltı boru hattından kaynaklanan petrol sızıntısına, ikincisi (Oguru ve Ofanga v. Shell) 2004 yılında Goi yakınlarındaki bir yeraltı boru hattından kaynaklanan petrol sızıntısına ve üçüncüsü (Friday Alfred Akpan v. Shell) ise Ikot Ada Udo yakınlarındaki bir kuyudan kaynaklanan petrol sızıntısına ilişkin. Bu sızıntılar, tarım arazilerine ve balıkçılık alanlarına ciddi zarar vermişti. Nijeryalı balık çiftçileri, Hollandalı STK Milieudefensie (Friends of the Earth Netherlands) ile birlikte 2008 yılında Hollanda Bölge Mahkemesi’nde açtıkları davalarda hem Shell Nijerya’yı hem de ana şirket Royal Dutch Shell’i boru hatlarının ve kuyuların bakımındaki ihmalleri, sızıntılara yetersiz müdahaleleri ve yetersiz temizlik nedeniyle sorumlu olduğunu ileri sürdü. Dava, 2022 yılında kesin olarak sonuçlandı. Hollanda Bölge Mahkemesi, 2013 yılında verdiği kararda üç davadan sadece Ikot Ada Udo yakınlarındaki bir kuyudan kaynaklanan petrol sızıntısına ilişkin Friday Alfred Akpan v. Shell davasında Nijerya’daki şirketin petrol sızıntılarına karşı uygun önleyici ve düzeltici tedbirleri almadığını ve ortaya çıkan zararlardan sorumluluğu bulunduğunu tespit etti. Ana şirket Royal Dutch Shell’in Nijerya’daki bağlı şirketinin faaliyetlerinden ise sorumlu tutulamayacağına karar verdi. Bu karara hem davacılar hem de davalılar itiraz etti. 2021 yılında Hollanda Temyiz Mahkemesi, bu kararı bozdu.10 Açılan davaların tamamında Nijerya’daki şirketin petrol sızıntılarının neden olduğu zarardan sorumlu olduğuna, buna ilişkin tazminat miktarının ayrı bir duruşmada belirlenmesine karar verdi. Temyiz Mahkemesi ayrıca hem Shell’in (‘RDS’) hem de Nijerya’daki bağlı şirketin (‘SPDC’) boru hattı sızıntıları için bir tespit sistemi kurmasına (leak detection system) karar verdi. “Temyiz Mahkemesi: Lahey Bölge Mahkemesi’nin 30 Ocak 2013 tarihinde taraflar arasında verdiği kararı bozar ve yeni verdiği kararında: SPDC’nin Oguru, Efanga ve diğer yerel sakinlere ilişkin olarak i) 26 Haziran 2005 tarihinde Oruma’da meydana gelen sızıntıdan kaynaklanan hasar için kusursuz sorumluluk taşıdığına ve ii) bu tarihten önce Oruma boru hattına bir Sızıntı Tespit Sistemi (LDS) veya en azından yeterli bir sistem kurmayarak hukuka aykırı hareket ettiğine ve SPDC’nin, i) ve ii) maddelerinden kaynaklanan zararları, daha sonra müstakil takip davalarında değerlendirilmek ve hukuka göre tazmin edilmek üzere Oguru ve Efanga’ya tazmin etmesine hükmetmiştir; Bu kararın tebliğinden itibaren bir yıl içinde Oruma I boru hattı ve Oruma II boru hattına, hukuki gerekçe 6.43’te atıfta bulunulan Sızıntı Tespit Sistemi’nin (LDS) SPDC tarafından kurulmasına ve bu sistemlerin kurulumunun, boru hatlarının ana boru hattı veya yedek boru hattı olarak kullanıldığı sürece devam etmesine ve bu borular ana boru veya yedek boru olarak kullanıldığı sürece LDS’nin kurulu kalmasını sağlamak konusunda SPDC’nin yükümlü kılınmasına ve SPDC’nin bu karara uymadığı her gün için (bir günün bir kısmı tam gün olarak sayılır) 100.000 € tutarında ceza ödemesine hükmetmiştir;” Bu kararda atıf yapılan paragraf 6.43, sızıntı tespit sisteminin niteliğini belirliyordu: “6.43 SPDC, yasal gerekçe 1.2’de açıklanan şekilde, mevcut standartlara uygun ve dolayısıyla en son teknolojiye sahip, fiziksel erişim gerektirmeden dakikalar ila saatler içinde sızıntıyı hızlı bir şekilde tespit edebilen bir LDS’yi Oruma boru hattına kurmakla yükümlüdür (bkz. yasal gerekçe 6.14). Bu yükümlülük, şu anda ana boru hattı olarak işlev gören Oruma II boru hattının yanı sıra, yedek boru hattı olarak ana boru hattının işlevini her an devralabilecek olan Oruma I boru hattını da kapsamaktadır.” Hollanda Temyiz Mahkemesi’nin kararının önemi, Shell’in ana şirket olarak özen yükümlülüğünü yerine getirmediğini, dolayısıyla Nijerya’daki bağlı şirketle birlikte hem önleyici adımlar atmasına hem de mağdurları zararları nedeniyle tazmin etmesine hükmetmesi. Temyiz Mahkemesi bu değerlendirmesini yaparken, Birleşik Krallık’ta görülen davalarda oluşan yaklaşımı takip etti. “Oruma boru hattı ile ilgili olarak, SPDC iştiraki tarafından bugüne kadar Oruma boru hattına LDS donanımı sağlanmaması nedeniyle ortaya çıkan hukuka aykırı durum halen devam etmektedir. RDS bu durumu uzun süredir bilmekteydi. Bununla birlikte, RDS, SPDC’deki dolaylı veya doğrudan hissedarlığı ve LDS meselesine müdahalesiyle somut olarak ortaya konan yetkisini kullanarak SPDC’yi Oruma boru hattına bir LDS kurmaya yönlendirmemiştir. RDS, bu davada paylaşılan belgelerden de anlaşılacağı üzere, Oruma boru hattında gelecekte başka bir sızıntı meydana gelmesi olasılığının oldukça yüksek olduğu ve bu durumda LDS’nin bulunmamasının Oguru, Efanga’nın mirasçıları ve diğer yerel sakinler için çok ciddi sonuçlar yaratabileceğini ve yaratacağını uzun süredir bilmektedir. RDS ile “Oruma sakinleri” arasında yakınlık bulunmaktadır. Mahkeme, “Vedanta v Lungowe” kararında, “toz, üçüncü şahısların çalıştığı, yaşadığı veya vakit geçirdiği komşu arazilere yayılmış olsaydı, sonuç kesinlikle aynı olurdu” şeklindeki değerlendirmeden bu sonuca varmıştır. Bu kararda, Chandler v Cape davasında, ana şirketin, bağlı şirket tarafından asbeste maruz kalan bağlı şirketin çalışanlarına karşı sorumlu olduğu yönündeki karar, “Oruma sakinleri” ile karşılaştırılabilecek üçüncü şahıslara da uygulanmıştır. Burada belirtilen koşullar altında, RDS’nin Oruma boru hattına bir LDS kurulmasını sağlamak için özen yükümlülüğü olduğunu varsaymak adil, hakkaniyetli ve makuldür. Bu özeni göstermediği için RDS’nin bu görevi yerine getirmediği ve bu durumun da hukuka aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. SPDC, artan ihtiyaçlara rağmen Oruma boru hattına LDS kurmak konusunda çok uzun süredir isteksiz davranmaya devam ettiğinden, adaletin yeterince sağlanabilmesi için RDS’nin yükümlü kılınması ve Oruma boru hattına nihayet LDS kurulmasının mümkün olduğunca sağlanması gerekmektedir.” (para.7.26) 2022 yılında yapılan duruşmada, dört Nijeryalı çiftçi ve topluluklarına tazminat olarak 15 milyon Euro ödenmesine karar verildi. |
Kiobel v. Royal Dutch Shell |
ATS uyarınca ABD’de açılan Kiobel v. Royal Dutch Petroleum davasının reddedilmesi üzerine 2017 yılında aralarında Esther Kiobel’in de bulunduğu dört kadın, Hollanda Bölge Mahkemesi’nde dava açtı. Davada, Shell’in Nijer Deltası’nda neden olduğu petrol kirliliğinin etkileri konusunda ses çıkaran Ogoni Dokuzlusu’na dahil olan eşlerinin 1995 yılında idam edilmesinde Shell’in suç ortağı olduğununu ileri sürdüler. Davacılar, Shell’in savcı ile gayri resmi temas kurduğunu, tanıklara rüşvet verdiğini ve hükümet üzerindeki etki gücünü Ogoni Dokuzlusu’nun haklarının korunması için kullanmadığını iddia etti.
Yargı yetkisi aşaması başarılı şekilde geçen davada mahkeme, sadece Shell’in tanıklara rüşvet verdiğine ilişkin iddiayı incelenebilir buldu ve davanın devam edebilmesi için her iki taraftan da bu iddiaya ilişkin daha fazla kanıt sunmalarını istedi. 2022’de ise mahkeme, Shell’in Ogoni Dokuzlusu’nun idamıyla sonuçlanan yargılama sürecinde tanıklara yalan ifade vermeleri için rüşvet verdiğine dair yeterli kanıt bulunmadığı gerekçesiyle reddetti. Bu karardan sonra davacılar temyiz yoluna başvurmadı. Bu davadaki tartışma diğer davalardan farklı olarak özen yükümlülüğü gibi hukuksal sorulara değil de rüşvet iddiaların ispatlanmasına yönelik tanık beyanlarına gibi olgusal sorulara odaklandı. Mahkeme, yargılamada bir haksız fiil sorumluluğu davası değil de ceza davasına bakıyormuş gibi yaklaşım sergilediği yönünde eleştirildi. |
Milieudefensie ve diğerleri v. Shell |
İklim değişikliğinin gözle görünür, herkesin hayatına dokunur sonuçları artan şekilde ortaya çıktıkça bu meselenin bir insan hakları meselesi olduğu tartışmaları da gündeme geldi. Bu tartışmaların bir sonucu olarak birçok ülkede iklim davaları açılmaya başladı. Devletlere karşı açılan davalar, BM ve Avrupa Konseyi’nin insan haklarının korumasına mekanizmalarının önüne geldi.
Aynı zamanda, bu tartışmalar şirketlerin iklim değişikliğindeki etkisi ve sorumluluğunu da barındırıyor. Dolayısıyla, devletlere karşı olduğu gibi şirketlere karşı da davalar açıldı. Bu davalardan biri olan Milieudefensie ve diğerleri v. Shell davasında, Hollanda Bölge Mahkemesi’nin 2021 yılında verdiği kararı insan haklarına ilişkin uluslararası ilke ve standartların yorumlanma şekliyle ‘çığır açıcı’ olarak nitelendiriliyor. Temyiz aşamasında karar kısmen bozulsa da, Bölge Mahkemesi’nin esas değerlendirmesinde Rehber İlkeler de dahil olmak üzere insan hakları standartları kendine yer buldu ve mahkemenin kararını şekillendirdi. Hollandalı STK Milieudefensie, 2019’da diğer başka STK’larla birlikte petrol devlerinden Shell aleyhine, şirketin Hollanda hukuku, insan hakları hukuku ve Paris Anlaşması’na dayanan özen yükümlülüğünü ihlal ettiği iddiasıyla Hollanda’da dava açtı. Shell’e yöneltilen temel suçlama, sera gazı emisyonlarını azaltma konusundaki yetersiz eylemleri ve faaliyetlerinin sürdürülebilirliği konusunda kamuoyunu yanılttığıydı. Bu davadaki tartışmanın esası, devletlerin insan hakları yükümlülüklerini yerine getirme kabiliyetlerinden bağımsız olarak insan haklarına saygı gösterme sorumluluğuna sahip olan şirketlerin, iklim değişikliğinin etkilerini insan hakları durum tespit süreçlerinde hesaba katılması gerektiğiydi. Davacılar iddialarını sadece Rehber İlkeler’e dayanarak değil, uluslararası insan hakları belgelerine de dayanarak temellendirdiler. Buna göre, Shell’in adeta bir devlet gibi küresel emisyonlardaki ve iklim değişikliğine yönelik çözümlerdeki önemli payı nedeniyle bireylerin kaderi üzerinde sahip olduğu kontrol göz önünde bulundurulmalı ve Shell’den özen yükümlülüğü beklenmeliydi. Hollanda Bölge Mahkemesi’nin kararı Mahkeme değerlendirmesinde;11 ❯ Shell’den beklenen özen yükümlüğünün hukuki dayanağı olarak Hollanda Medeni Kanunu’ndan hareket etti. ❯ Shell’in “yazılı olmayan özen standardını” yorumlarken hem Shell’in politikalarını hem de uluslararası insan hakları standartlarını dikkate aldı. “Yazılı olmayan özen standardını yorumlarken mahkeme şunları dikkate almıştır: (1.) RDS’nin Shell grubu içindeki ilke belirleyici konumu, (2.) Shell grubunun CO2 emisyonları, (3.) CO2 emisyonlarının Hollanda ve Wadden bölgesi için sonuçları, (4.) Hollanda sakinlerinin ve Wadden bölgesi sakinlerinin yaşam hakkı ve özel ve aile hayatına saygı hakkı, (5.) BM Rehber İlkeleri, (6.) RDS’nin Shell grubunun ve iş ilişkilerinin CO2 emisyonlarını ve bunların kontrolü ve etkisi, (7.) tehlikeli iklim değişikliğini önlemek için gerekli olanlar, (8.) olası azaltma yolları, (9.) tehlikeli iklim değişikliğini frenlemek ve artan küresel nüfus enerji talebini karşılamak gibi ikili zorluk, (10.) ETS sistemi ve diğer ‘sınırlama ve ticaret’ emisyon sistemleri, Shell grubunun izinleri ve mevcut yükümlülükleri, (11.) azaltım yükümlülüğünün etkinliği, (12.) devletlerin ve toplumun sorumluluğu, (13.) RDS ve Shell grubunun azaltım yükümlülüğünü yerine getirmesinin zorluğu ve (14.) RDS’nin azaltım yükümlülüğünün orantılılığı. Son olarak, 4.6’da RDS’nin azaltma yükümlülüğü ve Milieudefensie ve diğerlerinin hangi taleplerinin kabul edilebileceğine ilişkin mahkemenin değerlendirmesi yer almaktadır.” (para.4.4.2) ❯ “Yazılı olmayan özen standardını”nın yorumunlarken, Rehber İlkeler’in hukuken bağlayıcı bir niteliği olmamasına rağmen, şirketlerin insan haklarına ilişkin sorumlulukları konusunda uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir ‘yumuşak hukuk’ belgesi olduğunu ve Shell, Rehber İlkeler’i benimseme taahhüdünde bulunup bulunmasa da bu davada rehberlik sağladığına dayandı. “Yazılı olmayan özen standardını yorumlarken, mahkeme BM Rehber İlkeleri’ni (UNGP) esas almaktadır. UNGP, insan hakları ile ilgili olarak devletlerin ve işletmelerin sorumluluklarını belirleyen, yetkili ve uluslararası düzeyde onaylanmış bir “yumuşak hukuk” aracıdır. UNGP, mevcut görüşleri yansıtmaktadır. Yeni haklar yaratmaz ve yasal olarak bağlayıcı yükümlülükler getirmez. UNGP, BM Küresel İlkeler Sözleşmesi (UNGC) “ilkeleri” ve OECD Çokuluslu Şirketler Rehberi (OECD İlkeleri) gibi yaygın olarak kabul görmüş diğer yumuşak hukuk araçlarının içeriğiyle uyumludur. Avrupa Komisyonu, 2011 yılından bu yana Avrupa şirketlerinin UNGP’de belirtilen insan haklarına saygı gösterme sorumluluklarını yerine getirmelerini beklemektedir. Bu nedenle UNGP, yazılı olmayan özen standardının yorumlanmasında bir yol gösterici niteliğindedir. UNGP’nin evrensel olarak kabul gören içeriği nedeniyle, RDS’nin UNGP’ye bağlılık taahhüdünde bulunup bulunmaması önemsizdir, ancak RDS web sitesinde UNGP’yi desteklediğini belirtmektedir.” (para.4.4.11) ❯ Rehber İlkeler’e göre şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu olduğunu vurguladı. “UNGP, devletlerin sorumluluğu ile işletmelerin sorumluluğu arasında ayrım yapmaktadır. UNGP’de formüle edildiği şekliyle devletlerin sorumluluğu, işletmelerin sorumluluğundan daha geniş kapsamlıdır: devletler, kendi topraklarında ve/veya yargı yetkisi dahilinde, işletmeler dahil olmak üzere üçüncü taraflarca işlenen insan hakları ihlallerine karşı koruma sağlamakla yükümlüdür. Bu, etkili politikalar, mevzuat, düzenlemeler ve yargı yoluyla bu tür istismarı önlemek, soruşturmak, cezalandırmak ve telafi etmek için uygun adımların atılmasını gerektirir. RDS, İlke 8’in yorumunda şu bölüme dikkat çekmektedir: Devletlerin insan hakları yükümlülükleri ile iş uygulamalarını şekillendiren yasalar ve politikalar arasında kaçınılmaz bir gerilim yoktur. Ancak, zaman zaman devletler farklı toplumsal ihtiyaçları uzlaştırmak için zor dengeleme kararları almak zorunda kalabilirler. Uygun dengeyi sağlamak için devletlerin hem dikey hem de yatay iç politika tutarlılığını sağlamayı amaçlayan geniş bir yaklaşımla iş ve insan hakları gündemini yönetmeleri gerekir. RDS, bu nedenle devletlerin farklı toplumsal çıkarları dengelemek zorunda olduğunu ve bunu yapabileceğini savunurken, bunun işletmeler için geçerli olmadığını ileri sürmektedir. RDS ayrıca devletler ve işletmeler arasındaki diğer farklılıklara da dikkat çekmektedir.” (para. 4.4.12) “RDS’nin vurguladığı devletler ve işletmeler arasındaki farklar, UNGP’de devletler ve işletmelerin farklı sorumlulukları olarak ifade edilmektedir ve RDS’nin alıntısında da belirtildiği gibi, bu sorumluluklar arasında kaçınılmaz bir gerilim olmasına gerek yoktur. UNGP’de belirtildiği üzere, iş dünyasının insan haklarına saygı gösterme sorumluluğu, faaliyet gösterdikleri her yerde tüm iş dünyası kuruluşları için beklenen davranışların küresel standardıdır. Bu, devletlerin kendi insan hakları yükümlülüklerini yerine getirme yeteneklerinden ve/veya istekliliklerinden bağımsız olarak mevcuttur ve bu yükümlülükleri azaltmaz. Üstelik, insan haklarını koruyan ulusal yasa ve düzenlemelere uyumun da ötesinde geçerlidir. Dolayısıyla, şirketlerin gelişmeleri izlemek ve devletlerin aldığı önlemleri takip etmeleri yeterli değildir; her birinin bireysel olarak da sorumluluğu vardır.” (para. 4.4.13) ❯ Sadece Rehber İlkeler değil, OECD Rehberi de mahkemenin değerlendirmesinde kendine yer buldu. “UNGP ve diğer yumuşak hukuk araçlarından, şirketlerin insan haklarına saygı göstermesi gerektiğinin evrensel olarak kabul edildiği sonucuna varılabilir. Bu, [BM Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi]’nde yer alan insan haklarının yanı sıra [Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi] dahil olmak üzere diğer ‘uluslararası kabul görmüş insan haklarını’ da içerir. Örneğin, Çokuluslu Şirketler için OECD Rehber İlkeleri (OECD ilkeleri) şu ifadeleri içerir: “İşletmeler, faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki yasalar, yönetmelikler ve idari uygulamalar çerçevesinde ve ilgili uluslararası anlaşmalar, ilkeler, hedefler ve standartları dikkate alarak, çevrenin, halk sağlığının ve güvenliğinin korunması ihtiyacını ve genel olarak faaliyetlerini sürdürülebilir kalkınmanın daha geniş hedefine katkıda bulunacak şekilde yürütme ihtiyacını dikkate almalıdır. (…) Özellikle, işletmeler, çevreye ciddi zarar verme tehdidi bulunan durumlarda, insan sağlığı ve güvenliğini de dikkate alarak, risklerin bilimsel ve teknik olarak anlaşılmasıyla tutarlı bir şekilde, tam bilimsel kesinlik bulunmamasını, bu tür zararları önlemek veya en aza indirmek için uygun maliyetli önlemlerin ertelenmesi için bir gerekçe olarak kullanmamalıdır.” (para.4.4.14) Hollanda Bölge Mahkemesi, Milieudefensie ve diğerleri v. Shell davasında verdiği kararıyla tüm şirketlerin insan hakları durum tespit süreçlerinde iklim değişikliğinin insan hakları üzerindeki etkilerini hesaba katmak zorunda olduklarını tespit etmiş oldu. Dava özelinde ise şu sonuca vardı: “Mahkeme, RDS’nin Shell grubunun kurumsal politikası aracılığıyla Shell grubunun faaliyetlerinden kaynaklanan CO2 emisyonlarını 2019 yılına göre 2030 yılı sonunda net %45 oranında azaltmakla yükümlü olduğu sonucuna varmıştır. Bu azaltım yükümlülüğü, Shell grubunun tüm enerji portföyü ve tüm emisyonların toplam hacmi (Kapsam 1 ila 3) ile ilgilidir. RDS, mevcut yükümlülüklerini dikkate alarak azaltma yükümlülüğünü belirlemekle sorumludur. Azaltma yükümlülüğü, Shell grubunun faaliyetleri için bir sonuç yükümlülüğüdür. Bu, Shell grubunun son kullanıcılar da dahil olmak üzere iş ilişkilerine ilişkin önemli bir en iyi çaba yükümlülüğüdür. Bu bağlamda, RDS’nin, CO2 emisyonlarından kaynaklanan ciddi riskleri ortadan kaldırmak veya önlemek için gerekli adımları atması ve kalıcı sonuçları mümkün olduğunca sınırlamak için etkisini kullanması beklenebilir.” (para.4.4.55) Hollanda Temyiz Mahkemesi’nin kararı Shell, bu karara itiraz etti. Hollanda Temyiz Mahkemesi, o tarihlerde Azerbaycan’daki iklim zirvesi COP 24 devam ederken Hollanda Bölge Mahkemesi’nin kararını bozdu.12 Temyiz Mahkemesi, Shell’in zararlı gaz salımını azaltma konusunda topluma karşı bir sorumluluğu bulunsa da bunun şirketin emisyonlarını belli oranda azaltmaya zorlanabileceği anlamına gelmediğine karar verdi. Bu kararla, Hollanda Bölge Mahkemesi’nin Milieudefensie ve diğerleri v. Shell kararındaki Shell’in emisyon azaltımına dair öngörülen yaptırım kaldırılsa da hem iklim değişikliği ile insan hakları ilişkisine hem de şirketlerin insan hakları sorumluluğuna ilişkin değerlendirmeler Temyiz Mahkemesi tarafından teyit edilmiş oldu. Diğer bir ifadeyle, Temyiz Mahkemesi, Bölge Mahkemesi’nin davayı çözümlerken gidiş yolunu kabul edip farklı bir sonuca ulaştı. Temyiz Mahkemesi’nin şirketlerin insan haklarına sorumluluğuna ilişkin tespitleri şöyle: “Yukarıdakilerden, tehlikeli iklim değişikliğinden korunmanın bir insan hakkı olduğu konusunda hiçbir şüphe olamayacağı sonucu çıkmaktadır. Devletlerin, vatandaşlarını tehlikeli iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden korumakla yükümlü olduğu dünya çapında kabul edilmektedir. Beklendiği üzere, [Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi], “iklim değişikliğinin günümüzün en acil sorunlarından biri” olduğu görüşündedir. Tehlikeli iklim değişikliğini en aza indirgemek için önlemler almak, öncelikle yasa koyucuların ve hükümetlerin sorumluluğundadır. Bununla birlikte, Shell dahil olmak üzere şirketlerin de tehlikeli iklim değişikliğine karşı önlemler alma sorumluluğu bulunabilir. İnsan haklarının dolaylı yatay etkisi doktrini bu amaç açısından önemlidir. …” (para. 7.17) “İnsan haklarına ilişkin (antlaşma) hükümleri öncelikle devlete yönelik olsa da bu, bu hükümlerin toplumsal özen standardı gibi açık standartlara içerik kazandırarak özel hukuk ilişkilerine etki edebileceği gerçeğini değiştirmez. Toplumsal özen standardını tanımlarken, özellikle bu eylem belirli kurallarla (kamu hukuku veya başka bir şekilde) düzenlenmemişse, bir kişi veya şirketten hangi eylemin beklendiği konusu gündeme gelir. Toplumsal özen standardının ihlal edilip edilmediği çeşitli faktörlere bağlıdır. Belirli bir tehlikenin ciddiyeti, tehlikenin oluşmasına katkısı ve tehlikenin önlenmesine katkıda bulunma kapasitesi dikkate alınması gereken faktörlerdir.” (para. 7.24) “İklim sorununun günümüzün en büyük sorunu olduğu mahkeme nezdinde şüphe götürmez bir gerçektir. İklim değişikliğinin oluşturduğu tehdit o kadar büyüktür ki, dünyanın birçok yerinde yaşamı tehdit edebilir ve diğer birçok yerde insan ve hayvanların varlığı üzerinde derin ve olumsuz etkilere yol açacaktır. İklim değişikliği hem Hollanda’da hem de yurt dışında [Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi]’nin 2. ve 8. maddeleri ile korunan haklara zarar vermektedir ve bu haklara daha da fazla zarar verecektir. Bu haklar, toplumsal özen standardının yorumlanması ve bu standarda göre büyük ve uluslararası bir şirket olan Shell’den neyin talep edilebileceği sorusunun yanıtlanması için de belirleyicidir.” (para. 7.25) “Fosil yakıt tüketiminin iklim sorunlarının ortaya çıkmasında büyük rol oynadığı ve iklim değişikliğiyle mücadelenin ertelenemeyeceği bir gerçektir. İklim değişikliğinin yarattığı tehlikeyle mücadele etmek ise herkesin sorumluluğudur. Bu sorumluluğu yerine getirmek için sadece devletlere odaklanmak da yeterli değildir. Özellikle, iklim sorununun ortaya çıkmasına ürünleriyle katkıda bulunmuş ve bu sorunla mücadelede katkıda bulunma imkânına sahip olan şirketler, (kamu hukuku) kuralları bunu zorunlu kılmasa bile, diğer dünya vatandaşlarına karşı bu yükümlülüğü yerine getirmekle borçludur. Bu, Shell’in kabul ettiği OECD kılavuzları ve UNGP dahil olmak üzere yukarıda tartışılan araçlardan hareketle ortaya çıkmaktadır. Bu araçlar, tehlikeli iklim değişikliğine karşı koruma sorumluluğunu (büyük) şirketlere de yüklemekte ve tehlikeli iklim değişikliğiyle mücadele için uygun önlemleri almaları için çağrıda bulunmaktadır. (para. 7.26) “Özetle, temyiz mahkemesi, iklim sorununa önemli ölçüde katkıda bulunan ve bu sorunla mücadeleye katkıda bulunma gücüne sahip olan Shell gibi şirketlerin, faaliyet gösterdikleri ülkelerin (kamu hukuku) düzenlemelerinde açıkça belirtilmemiş olsa bile, tehlikeli iklim değişikliğiyle mücadele etmek için CO2 emisyonlarını sınırlama yükümlülüğü olduğu görüşündedir. Shell gibi şirketler de Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşılmasında sorumluluk sahibidir.” (para. 7.27) “Yukarıdakilerden, Shell’in kapsam 3 emisyonlarını azaltma yükümlülüğü olabileceği sonucu çıkmakla birlikte, bu durum Milieudefensie ve diğerlerinin bu konudaki taleplerinin kabulüne yol açamaz. Temyiz mahkemesi, iklim bilimi tarafından kabul edilen %45’lik bir azaltma standardının (veya başka herhangi bir yüzde oranının) her ülke ve her iş sektörü için ayrı ayrı geçerli olmadığı için Shell için bağlayıcı olamayacağı sonucuna varmıştır. Mahkeme, bilimsel konsensüs temelinde petrol ve gaz için sektörel bir standart oluşturulup oluşturulamayacağı sorusuna olumsuz yanıt vermektedir. Bu, mevcut iklim bilimine göre, Shell’in kapsam 3 ile ilgili olarak %45’lik bir azaltma yükümlülüğünün (veya başka herhangi bir yüzde oranının) geçerli olduğu söylenemeyeceği anlamına gelir. Ayrıca, Shell’in kapsam 3 emisyonlarını belirli bir yüzde oranında azaltma yükümlülüğünün etkili olduğu da tespit edilememiştir. Bu nedenle Milieudefensie ve diğerleri, kapsam 3 ile ilgili iddialarında herhangi bir menfaat sahibi değildir.” (para. 7.111) |
Kanada
Kanada mahkemeleri, 2013’deki Choc v. Hudbay Minerals Inc. kararıyla çokuluslu şirketlerin ana şirketlerine karşı açılan haksız fiil sorumluluğu davalarını kabul etmeye hazır oldukları sinyalini vermişti. 2020’de, Nevsun Resources Ltd. v. Araya kararında, Yüksek Mahkeme’nin uluslararası örf hukuku ihlali iddialarını da kabul edilebilir bulması ise özellikle çokuluslu Kanadalı maden şirketlerinin neden olduğu insan hakkı ve çevre ihlallerine maruz kalanlara umut vaat ediyor.
Choc v. Hudbay Minerals Inc. |
Madencilik şirketi Hudbay Minerals’ın doğu Guatemala’da bağlı şirketi aracılığıyla işlettiği açık Fenix maden işletmesinde güvenlik personelinin gerçekleştirdiği insan hakkı ihlallerine ilişkin Hudbay Minerals ve bağlı şirketine karşı Kanada’da haksız fiil sorumluluğu davası açıldı. Bölge halkı olan davacılar, güvenlik personelinin Hudbay’in kontrolü altında olduğunu ve doğrudan ihmale dayanan haksız fiil sorumluluğu olduğunu ileri sürdüler.
Hudbay, ihmali ortaya koyamadıkları gerekçesiyle davacıların iddialarına itiraz etti. 2013’te Ontario Mahkemesi ise ilk itirazlar aşamasında yaptığı değerlendirmede böylesi davalarda “dava dilekçesindeki iddiaların, açıkça saçma veya kanıtlanamaz olmadıkça reddedilmemesi ve yargılama aşamasında ele alınması gerektiğini” söyledi ve itirazı reddetti.13 Bu kararla birlikte Kanada’da ilk kez bir mahkeme, Kanadalı çokuluslu bir şirketin bağlı şirketi tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlallerine ilişkin bir davada davanın esasını ele almaya karar verdi. Ontario Mahkemesi, Hudbay’in itirazlarını reddettiği bu kararında, davanın esasının incelenmesi aşamasında ‘tüzel kişilik perdesi’nin kaldırılmasının da gerekeceğini belirtti: “Ontario mahkemeleri, ayrı tüzel kişiliğin göz ardı edilebileceği ve tüzel kişilik perdesinin kaldırılabileceği üç durumu kabul etmiştir: (a) şirketin “tamamen hakimiyeti ve kontrolü altında olduğu ve hileli veya uygunsuz davranışlar için kalkan olarak kullanıldığı” durumlar …; (b) şirketin, kurumsal veya gerçek hakimiyet sahiplerinin yetkili temsilcisi olarak hareket ettiği durumlar …; ve (c) bir yasa veya sözleşmenin bunu gerektirdiği durumlar …” (para.45) “… Davacılar, Choc davasında CNG’nin [“bağlı şirket”] “Hudbay Minerals’ın aracısı” olduğunu iddia etmektedir. Böylece davacılar, ayrı tüzel kişilik kuralının ikinci istisnasını ileri sürmüşlerdir. Bu aracılık ilişkisinin ilgili zamanda var olup olmadığına bakılmaksızın, iddia açıkça saçma veya kanıtlanamaz değildir ve bu nedenle bu başvuruda doğru kabul edilmelidir. Davacılar, duruşmada CNG’nin [bağlı şirket] ilgili tarihte Hudbay’in temsilcisi olduğunu kanıtlayabilirse, tüzel kişilik perdesini kaldırabilir ve Hudbay’i sorumlu tutabilir. Bu nedenle, Choc davasında kurumsal örtünün kaldırılmasına dayanan iddianın mahkemeye taşınmasına izin verilmelidir.” (para.49) Davanın esas incelemesine geçildi ve on yılı aşkın bir süredir devam eden yargılamada Kasım 2024’te Hudbay, davacılar ile mahkeme dışında uzlaşılarak bir anlaşmaya vardıklarını açıkladı.14 Dolayısıyla, tüzel kişilik perdesinin kaldırılmasında mahkemenin nasıl bir yaklaşım benimsediği görülememiş oldu. |
Nevsun Resources Ltd. v. Araya |
2014’te, farklı ülkelerde mülteci statüsüne sahip olan bir grup Eritre vatandaşı British Columbia’da açtıkları haksız fiil sorumluluğu davasında, Kanadalı maden şirketi Nevsun Resources’ın Eritre hükümeti ile Bisha madeninin inşaatında zorla çalıştırıldıklarını, bu sırada keyfi gözaltı ve işkence de dahil olmak üzere çeşitli şekillerde cezalandırıldıklarını ileri sürdü.
Davacıların iddiaları, haksız fiil hukukunun yanı sıra maruz kaldıkları insan hakları ihlallerinin uluslararası örf hukukunu ihlal ettiğine dayanıyordu. Common law sistemine sahip olan Kanada’da uluslararası örf hukukunun kendiliğinden iç hukuka dahil olduğunu, dolayısıyla da uluslararası örf hukukunun ihlal edilmesinin Kanada hukukuna göre haksız fiil sorumluluğunu doğurduğunu iddia ettiler. Nevsun Resources, Eritre mahkemelerinin elverişli yargı yeri olduğunu, hukuka aykırı eylemlerin Eritre devletinden kaynaklandığını ve uluslararası örf hukukunun uygulanamayacağını ileri sürerek davaya itiraz etti. Bu üç temeldeki itirazları, önce British Columbia mahkemesinde, sonra da temyiz mahkemesinde reddedildi. Nevsun Resources Yüksek Mahkeme’ye başvurdu. Bu başvurusunda sadece hukuka aykırı eylemlerin Eritre devletinden kaynaklandığını ve uluslararası örf hukukunun uygulanamayacağını ileri sürdü. Kanada Yüksek Mahkemesi her iki itirazı da reddetti. Yüksek Mahkeme, Nevsun Resources’ın ilk itirazı ile ilgili olarak, bir devletin mahkemelerinin (örneğin Kanada), başka bir devletin (örneğin Eritre) kendi ülkesel yetkileri içinde yaptığı işlemler için yargılama yapamayacağını içeren ‘devletin eylemi’ (act of state) doktrinin Kanada’da uygulanamayacağına karar verdi. Çünkü Kanada hukukunda hem haksız fiilden doğan talepler için hangi hukukun uygulanacağına ilişkin kurallar bulunuyordu, hem de mahkemenin mevcut yasaları kendi kişisel görüşlerini kullanmadan yorumlaması esası (yargısal sınırlama) kabul edilmişti. Devletin eylemi doktrini, bu kural ve esasın olmadığı hukuk sistemlerinde uygulanabilirdi. İkinci itiraza dair yaptığı değerlendirme sonucunda ise uluslararası örf hukukunun Kanada iç hukukuna dahil olduğunu kabul etti.15 Kararın önemi, ilk paragrafta kendini gösteriyordu: İnsan haklarını koruyan uluslararası hukuk normları “teorik arzular ya da hukuki lüksler değil, ahlaki zorunluluklar ve hukuki gerekliliklerdir.” Buradan hareket eden Yüksek Mahkeme, mahkemelere yol gösterecek genel ilkeleri ortaya koydu: “[70] Kanada mahkemeleri, tüm mahkemeler gibi, uluslararası hukukun sürekli gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır. La Forest J.’nin 1996 yılında Canadian Yearbook of International Law dergisinde yayınlanan makalesinde yazdığı gibi: İnsan hakları ve bireyi etkileyen diğer yasalar alanında, mahkemelerimiz dünyanın çok önemli bölgelerinde geçerli olan genel ve tutarlı ilkelerin geliştirilmesine yardımcı olmaktadır. Bu ilkeler, uluslararası bir vizyonla ve uluslararası deneyime dayalı olarak tutarlı bir şekilde uygulanmaktadır. Böylelikle, mahkemelerimiz — ve diğer birçok ulusal mahkeme — hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu birçok alanda gerçek anlamda uluslararası mahkemeler haline gelmektedir. Birbirlerinin deneyimlerine güvenmeye ve bunlardan yararlanmaya devam ettikçe, bu durum daha da belirgin hale gelecektir. Sonuç olarak, devletlerarası meseleleri ele alırken, ulusal mahkemelerin uluslararası hukuk düzenindeki rollerini tam olarak kavramaları ve ulusal yargıçların uluslararası bir bakış açısı benimsemeleri önemlidir. …” [71] “Uluslararası hukuk sadece uluslararası alandan ulusal alana sızmakla kalmaz, aynı zamanda yukarı doğru da sirayet edebilir” olduğundan, Kanada mahkemelerinin uluslararası hukuku uygulamaktan ve ilerletmekten çekinmeleri için hiçbir neden bulunmamaktadır. [72] Uluslararası örfi hukukun uygulanması ve geliştirilmesindeki rolümüzü anlamak ve benimsemek, Kanada mahkemelerinin, daha önce de kararlılıkla yaptığımız gibi, “uluslararası hukukun özünü” şekillendiren dünya çapındaki ulusal mahkeme kararlarının “korosuna” anlamlı bir katkı sağlamasına olanak tanır. [73] Bu rol göz önüne alındığında, öncelikle, zorla çalıştırma, kölelik, zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ve insanlığa karşı suçların yasaklanması, ihlalleri işçilerin uluslararası örfi hukuk taleplerinin temelini oluşturan, Kanada hukukunun bir parçası olup olmadığını ve eğer öyleyse, bu ihlallerin giderilip giderilemeyeceğini belirlemeliyiz. Bu yasakların Kanada hukukunun bir parçası olup olmadığını belirlemek için, öncelikle bunların uluslararası örfi hukukun bir parçası olup olmadığını belirlemeliyiz. [74] Örfi uluslararası hukuk, “uluslararası hukukun en eski ve orijinal kaynağı” olarak tanımlanmıştır… Uluslararası hukuk sisteminin ortak hukuku olup, değişen uygulamalar ve kabuller temelinde sürekli ve kademeli olarak gelişmektedir. Sonuç olarak, tanımlamada kesinliğe ulaşmak bazen zorluklar yaratabilmektedir. [75] Ancak Eritreli işçilerin Nevsun’un ihlal ettiğini iddia ettikleri normlar söz konusu olduğunda, bu normlar modern uluslararası hukukun kökenlerinden sorunsuz bir şekilde ortaya çıktığı ve bu hukukun da İkinci Dünya Savaşı’nın vahşetinin ardından duyarlı ve kararlı bir şekilde ortaya çıktığı için, bu görev daha az zahmetlidir. Bununla birlikte, soykırım ve insanlığa karşı suçların yasaklanması gibi yeni yasaların kabulünü, Birleşmiş Milletler gibi yeni kurumların kurulmasını ve Uluslararası Adalet Divanı ve nihayetinde Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yeni yargı organlarının oluşturulmasını da beraberinde getirdi. Bunların tümü, adil bir hukukun üstünlüğünü teşvik etmek ve liberal demokratik ilkeleri ilerletmek amacıyla tasarlanmıştı…” … [85] Öyleyse, uluslararası örfi hukuk Kanada’da nasıl uygulanır? Profesör Koh’un açıkladığı gibi, “hukuka saygılı devletler, uluslararası normları dikkate alan ve bunları içeren yürütme eylemleri, yasama ve yargı kararları yoluyla uluslararası hukuku iç hukuk ve siyasi yapılarına dahil ederek içselleştirirler” … Antlaşmalar gibi uluslararası hukukun bazı alanlarının, iç hukukun bir parçası haline gelebilmesi için yasama tasarrufları gereklidir … [86] Öte yandan, uluslararası örfi hukuk, herhangi bir yasama işlemi gerekmeksizin otomatik olarak iç hukuka aktarılır… İngiltere’de bu, katma doktrini olarak bilinirken, Kanada’da kabul doktrini olarak bilinir. Profesör Brownlie’nin açıkladığı gibi: Baskın ilke … geleneksel kuralların ülke hukukunun bir parçası olarak kabul edilmesi ve bu şekilde uygulanmasıdır, ancak bu kurallar, Parlamento Kanunları veya nihai yetkiye sahip önceki yargı kararlarıyla çelişmediği ölçüde geçerlidir … [87] Uluslararası örfi hukukun otomatik yargı yoluyla iç hukukun bir parçası olarak kabul edilmesi, 18. yüzyıla kadar uzanmaktadır … Örneğin, Blackstone’un 1769 tarihli İngiltere Hukuku Üzerine Yorumlar: Dördüncü Kitap adlı eserinde, “uluslar hukuku … burada teamül hukuku tarafından tam anlamıyla benimsenmiştir ve ülke hukukunun bir parçası olarak kabul edilmektedir” denilmektedir. Benzer şekilde, sıkça atıfta bulunulan Chung Chi Cheung v. The King davasında [1939] A.C. 160 (P.C.), Lord Atkin şöyle yazmıştır: Mahkemeler, ulusların kendi aralarında kabul ettikleri bir dizi kuralın varlığını kabul etmektedir. Herhangi bir hukuki konuda, ilgili kuralın ne olduğunu tespit etmeye çalışırlar ve bunu belirledikten sonra, kanunlarla çıkarılan kurallarla veya mahkemeleri tarafından nihai olarak ilan edilen kurallarla çelişmediği sürece, bu kuralı iç hukukun bir parçası olarak kabul ederler… … [90] Bu davaların da gösterdiği gibi, Kanada uzun süredir, çelişkili mevzuatın bulunmadığı durumlarda, kabul doktrini yoluyla uluslararası teamül hukukunu otomatik olarak iç hukuka dahil ederek Kanada’nın teamül hukukunun bir parçası haline getiren geleneksel yolu izlemektedir. Bu yaklaşım, daha yakın zamanda bu Mahkeme tarafından Hape davasında da teyit edilmiştir. Bu davada, LeBel J. çoğunluk adına şu görüşü belirtmiştir: Her ne kadar Mahkeme yakın zamanda görülen bazı davalarda bu konuda sessiz kalmış olsa da kabul doktrini Kanada’da hiçbir zaman reddedilmemiştir. Nitekim, Mahkeme’nin bunu resmi olarak kabul ettiği veya en azından uyguladığı çok sayıda dava bulunmaktadır. Benim görüşüme göre, teamül hukuku geleneğine göre kabul doktrini, çelişkili mevzuatın bulunmaması halinde, Kanada’da, uluslararası örfi hukukun yasaklayıcı kurallarının iç hukuka dahil edilmesi gerektiği şeklinde işliyor gibi görünmektedir. Bu tür kuralların otomatik olarak benimsenmesi, uluslararası teamülün, milletler hukuku olarak, Kanada’nın geçerli bir şekilde egemenlik hakkını kullanarak kendi hukukunun aksini beyan etmediği sürece Kanada’nın hukuku olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Meclis egemenliği, yasama organının uluslararası hukuku ihlal edebileceğini, ancak bunu açıkça yapması gerektiğini şart koşar. Açık bir yükümlülük azaltma bulunmadıkça, mahkemeler, Kanada hukukunun yorumlanmasına ve örfi hukukun geliştirilmesine yardımcı olmak için uluslararası teamül hukukunun yasaklayıcı kurallarına başvurabilirler. … … [124] Eritreli işçilerin ihlal edildiğini iddia ettikleri gibi, uluslararası örfi hukuk normları, mevcut iç hukukta yer alan haksız fiillerden doğası gereği farklıdır. Bu normların ihlali “insanlık vicdanını sarsacak” nitelikte olduğundan, bu normların niteliği mevcut iç hukukta yer alan özel haksız fiillerden daha kamusal niteliktedir. [125] Mevcut iç hukukta yer alan haksız fiiller ile zorla çalıştırma, kölelik, zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ve insanlığa karşı suçlar arasındaki farkları kabul etmemek, mahkemenin bu davranışların yol açtığı zararın menfur niteliğini gerektiği şekilde ele alma yeteneğini zedeleyebilir. Profesör Virgo’nun da belirttiği gibi, insan hakları ihlali iddiaları bağlamında, iddiaların nitelendirilmesi veya sınıflandırılmasının simgelediği anlam çok önemlidir: İşkencenin darp gibi bir suç olarak nitelendirilmesi söz konusu davranışın ciddiyetini tam olarak yansıtmayabileceğinden, mağdurun bakış açısından da önemlidir. [Bu bağlamda, yanlışı doğru bir şekilde tanımlamak önemlidir] çünkü mağdurun hukuk davası açmak istemesinin ana nedeni, muhtemelen temel insan haklarının ihlalinin kamusal farkındalığının sağlanması olacaktır. Bir davayı başarıyla sonuçlandırmanın telafi edici sonucu genellikle, hatta çoğu zaman, ikincil bir öneme sahiptir … [126] Mahkemeler, elbette, cezai tazminat gibi araçlarla hukuki haksızlıklardan kaynaklanan zararın boyutunu ve ciddiyetini ele alabilirler; ancak bu tür müdahaleler, zorla çalıştırma, kölelik, zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya insanlığa karşı suçların ihlali söz konusu olduğunda yetersiz kalabilir. Bu hakların ihlalinden kaynaklanan derin zarar, mevcut haksız fiillerden doğası gereği oldukça farklıdır. İşçilerin de belirttiği gibi, “Nasıl ki işkence, darp suçundan daha fazlası olduğu gibi, kölelik de yasadışı alıkoyma, saldırı ve haksız zenginleşmenin birleşiminden daha fazlasıdır.” Kavramsal olarak çürütülmesi zor görünen bu öncülü kabul edersek, mevcut iç hukukta yer alan haksız fiillere dayanmak, “insan hakları normları ile ilgili olarak halihazırda yürürlükte olan veya yürürlükte olması gereken özel ilkelere uygun olmayabilir” … [127] İşçilerin uluslararası örfi hukuk savunmaları geniş bir şekilde ifade edilmiştir ve kabul edilmiş uluslararası örfi hukuk normlarının ihlalinin iç hukukta tazmin edilebilir olabileceği çeşitli yollar sunmaktadır. Bu iddiaların nasıl ele alınacağına ilişkin mekanizma, yargıç tarafından karara bağlanması gereken yeni bir husustur. İddialar, yeni adlandırılmış haksız fiillerin tanınması temelinde kabul edilebilir, ancak bu, Eritreli işçilerin iddialarını çözmek için izlenebilecek tek yol değildir. [İşçilerin] iddialarına dayanarak, uluslararası örfi hukuk Kanada teamül hukukunun bir parçası olduğundan bir Kanada şirketinin ihlali teorik olarak uluslararası örfi hukukun ihlali temelinde doğrudan telafi edilebileceğini kabul eden doğrudan bir yaklaşım için de ikna edici bir argüman ileri sürülebilir. Uluslararası hukuk uyarınca şirketlerin sorumluluğunun tartışılmasına yapabileceği katkı nedeniyle Yüksek Mahkeme’nin Nevsun Resources Ltd. v. Araya kararı sonrası davanın esasının nasıl ele alınacağı merakla beklenirken, Nevsun Resources davacılarla uzlaşmaya vardı. Dolayısıyla, mahkeme davanın esasını ele alamadı. |
Özen yükümlülüğü davaları
Özellikle Rana Plaza felaketinden sonra şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu esas alan yasalaşma hareketinin ivme kazanmaya başladığına El Kitabı’nda değinmiştik. Bu yasalar, kapsam ve uygulama açısından birbirleri arasında büyük farklılıklar gösteriyor. Bu bölümde, bu farklılıkları bir arada göstermeyi amaçlıyoruz.
Bu yasalara dayanarak açılan davalarda maalesef henüz önemli bir kazanım sağlanamadı. Yasalaşma hareketini takip eden yargı yollarının kullanımı görece yeni ve açılmaya devam eden davaları takip ediyoruz. Bu bölümde, yaşanan gelişmelere göre güncelleme yapmaya devam edeceğiz.
Şirketlerin Özen Yükümlülüğü Yasası (Fransa) | Çocuk İşçiliği Özen Yasası (Hollanda) | Şirketlerin Tedarik Zincirinde İnsan Hakları İhlallerini Önlemeye İlişkin Özen Yükümlülüğü Yasası (Almanya) | Şeffaflık Yasası (Norveç) | AB Kurumsal Sürdürülebilirlik Özen Yükümlülüğü Direktifi | |
Şirket kapsamı | Birbirini takip eden iki mali yılın sonunda; Fransa’da kayıtlı ofisleri bulunan şirket ve bağlı ortaklıkları bünyesinde en az 5.000 çalışanı olan veya Fransa’da veya yurtdışında kayıtlı ofisleri bulunan ve hizmetinde ve bağlı ortaklıklarında en az 10.000 çalışanı olan şirketler |
Nerede kurulmuş olursa olsun, Hollanda pazarına yılda bir kereden fazla olmak üzere ürün ve hizmet sunan tüm şirketler | Almanya’da 1000 ve daha fazla çalışanı olan Alman şirketleri Almanya’da faaliyet gösteren ve 1000 ve daha fazla çalışanı olan Alman olmayan şirketler |
Norveç’te bulunan ve Norveç içinde ve dışında mal ve hizmet sunan büyük şirketler ile Norveç’te mal ve hizmet sunan ve Norveç mevzuatına göre Norveç’te vergiye tabi olan şirketler | 1000’in üzerinde çalışanı ve 450 milyon Euro’nun üzerinde cirosu olan AB şirketleri Bir önceki mali yılda AB’de 450 milyon Euro’nun üzerinde ciro elde eden AB üyesi olmayan şirketler Şirket kapsamı için kademeli bir uygulama öngörülüyor: 2027’de 5000’den fazla çalışanı ve 1,5 milyar Euro cirosu olan şirketler; |
Değer zinciri kapsamı | Şirketlerin kendi faaliyetleri ve bağlı şirketleri İş ilişkisi bulunan küresel tedarik zincirinde tedarikçiler ve alt-yükleniciler |
Kendi faaliyetleri ve bağlı şirketlerinin faaliyetleri Tedarikçileri |
Kendi faaliyetleri ve bağlı şirketlerinin faaliyetleri (tam yükümlülük) Doğrudan tedarikçiler (tam yükümlülük) Dolaylı tedarikçiler (İhlallere ilişkin kanıtlanmış bilgi edinmeleri halinde) |
Kendi faaliyetleri ve bağlı şirketleri Tedarikçileri |
Kendi faaliyetleri Faaliyet zincirindeki iş ortakları |
Hak alanları | İnsan hakları Çevre |
İnsan hakları (Çocuk işçiliği ile sınırlı) | İnsan hakları Çalışan hakları Çevre (dar bir kapsamda) |
İnsan hakları (İnsana yakışır iş koşulları ve bilgi edinme hakkı dahil) | İnsan hakları (Direktifin ekinde yer alan haklarla sınırlı) Çevre (Direktifin ekinde yer alan çevresel ihlallerle sınırlı, iklim etkisini kapsamıyor) |
Özen yükümlülüğü | İnsan hakları ve çevreye yönelik risklerini tespit etmek ve önlemek için yeterli önlemleri alma ve etkin bir şekilde uygulama Özen planı oluşturma ve etkin şekilde uygulama Bağlı şirketleri, tedarikçileri ve alt-yüklenicilerini değerlendirmek için prosedür belirleme İzleme mekanizması oluşturma |
Şirketin tedarik zincirinde çocuk işçi çalıştırıldığına dair bir olasılık olup olmadığını değerlendirmek üzere durum tespit süreci yürütme Eğer varsa, bunu önlemek için uluslararası standartlar doğrultusunda bir eylem planı hazırlama ve uygulama |
Rehber İlkeler’e ve OECD Rehberi’ne dayanan özen yükümlülüğü Risk analizi yaparak insan hakları ve çevre durum tespit süreci yürütülmesi, riskleri ele almak için önleyici veya iyileştirici tedbirler alınması |
Durum tespit süreci yürütme yükümlülüğü. Değerlendirmeyi, tüm tedarik zinciri için ve iş ortaklarıyla birlikte yapma gerekliliği |
İnsan hakları ve çevresel etkilere yönelik durum tespit süreci yürütme, bunu şirket politikasına entegre etme, değer zinciri boyunce olumsuz etkilerin ortaya çıkma olasığının en yüksek ve en ağır olabileceği alanları belirleme, riskleri önlemek ve azaltmak için uygun önlemleri alma, ihlale maruz kalanlara giderim sağlama ve tüm aşamalarda anlamlı paydaş istişare süreçleri yürütme yükümlülüğü Ayrıca, şirket iş modellerinin ve stratejilerinin sürdürülebilir ekonomiye geçiş ile uyumlu olmasını sağlamak için iklim geçiş planlarını benimseme ve uygulamaya koyma yükümlülüğü |
Raporlama yükümlüğü | Yıllık özen planı yayınlama ve uygulamasını raporlama | Tüm tedarik zincirinde çocuk işçiliğine yönelik durum tespit süreci yürütüldüğüne dair yıllık olmayan (tek seferlik) beyan sunma | Yıllık raporlama Durum tespit süreci yürtülmesini yerine getirdiklerini belgelendirme |
Olumsuz etkileri ve bu etkileri durdurmak için uyguladığı veya planladığı tedbirler ile bu tedbirlerin sonuçlarını raporlama | Özen yükümlülüğüne dair stratejilerini her yıl yayınlama. |
Sorumluluk düzenlemesi | İhlale maruz kalanların zararlarının giderilebilmesi için bir hukuki sorumluluk temeli bulunuyor. Bireyler, bir şirketin özen yükümlülüğünü yerine getirmemesinden kaynaklanan zararları için haksız fiile dayalı bir hukuk davası açabilir. |
Özen yükümlülüğü ve raporlama yükümlülüğünün yerine getirilmemesi ya da yetersiz yerine getirilmesi durumunda farklı oranlarda para cezası uygulanması Beş yıl içinde iki defa para cezası uygulanması durumunda ceza sorumluluğunun doğması İhlale maruz kalanların zararlarının giderilebilmesi için hukuki sorumluluk temeli bulunmuyor. |
BAFA’nın tedbir alma, yükümlülükleri yerine getirmek üzere belli eylemlerde bulunmayı talep etme, belli süre içerisinde eksiklikleri giderme veya yükümlülüğü yerine getirme, yasadaki yükümlülüklere kasıtlı olarak uygun hareket edilmemesi durumunda para cezası düzenleme yetkisi bulunuyor. Ayrıca BAFA’nın idari yaptırımlara da karar verebilmesi mümkün.
İhlale maruz kalanların zararlarının giderilebilmesi için hukuki sorumluluk temeli bulunmuyor. Ancak, Alman haksız fiil düzenlemelerine göre mahkemelerde dava açılabilir. |
Norveç Tüketici Kurumu, yükümlülüklere uymama durumunda idari para cezası uygulayabilir.
İhlale maruz kalanların zararlarının giderilebilmesi için hukuki sorumluluk temeli bulunmuyor. |
Denetim Makamları, şikayetleri alma, giderim sağlayıcı önlemler alma ve para cezasına karar verme da dahil olmak üzere idari yaptırımlar veya cezalar uygulama yetkisine sahip.
Özen yükümlülüklerine kasıtlı veya ihmalkâr bir şekilde uymayan şirketlerin neden olduğu zararlar için hukuki sorumluluk söz konusu. |
Şikayet yolları | Bir şirketin, özen planının olmaması veya uygulanmasındaki hatalar da dahil olmak üzere, yasada belirtilen özen yükümlülüğüne uymaması durumunda herhangi bir kişi, şirkete resmi bir bildirim göndererek özen yükümlülüğüne uymasını talep edebilir. Şirketin bu bildirimi almasını takiben 3 ay içinde yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde mahkemede dava açılabilir. Mahkeme, şirketi yasal yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlayabilir veya paza cezasına karar verebilir. |
Herhangi bir gerçek veya tüzel kişi, bir şirketin ürün veya hizmetlerinin çocuk işçiliği ile üretildiğine dair somut kanıtlar olması halinde düzenleyici kuruma (kamu denetçisi) şikayette bulunabilir. Şikayetler önce şirkete başvurmalı. Şirketin değerlendirmemesi ya da yetersiz ele alması durumunda düzenleyici kuruma gidebilir. |
Özen yükümlülüğü kapsamında şirket-içi şikayet mekanizması olmalı. Menfaati etkilenen kişiler, yasadaki yükümlülüklere uyulmadığı durumda BAFA’ya başvurabilir. |
Şikayet yolu bulunmuyor. | Üçlü bir mekanizma: Denetim mekanizmalarına şikayet, Mahkeme yoluyla hukuki sorumluluğa gitme, Şirketlerin şikayet mekanizmasına başvurma (Bu yol insan hakları savunucuları, sendikalar ve işçi temsilcileri, çalışanlar ve şirketin çalışmalarıyla ilgili alanlarda faaliyet gösteren STK’lar da dahil olmak üzere etkilenen kişilere açık) |
İzleme | İzleme mekanizması bulunmuyor. | İzleme mekanizması bulunmuyor. | ‘BAFA’ olarak adlandırılan Federal Ekonomi ve İhracat Kontrol Ofisi sorumlu. Yasadaki yükümlülüklere uyulup uyulmadığını bir başvuru olmaksızın denetleyebiliyor. | Yasanın uygulanmasından Norveç Tüketici Kurumu sorumlu.
Vatandaşlar da bilgi edinme hakkı kapsamında şirketlerden durum tespit süreçleri ve şirket tarafından sunulan belirli bir ürün veya hizmetle ilgili olarak bilgi talep edebilir. |
AB üyesi devletlerin kendi iç hukuklarında oluşturacakları ‘Denetim Makamları’ Direktifin uygulanmasını izlemekle sorumlu. Denetim Makamları kendiliklerinden veya kendilerine yapılan başvurular üzerine soruşturma başlatabilir. |
Şikâyet mekanizmaları
Rehber İlkeler’de, zarar görenlerin çözüm yollarına erişimlerinin bir yolunun da yargı-dışı mekanizmalar olduğu belirtiliyor. Rehber İlke 27, 28 ve 31’in açıklayıcı metinlerinde yargı-dışı mekanizmaların iki işlevinden bahsediliyor: Karar verme ve diyaloğa dayalı arabuluculuk sağlama. Karar verme işlevini içeren yargı-dışı mekanizmalarda, şikâyete konu olan faaliyetlerde insan haklarına ilişkin ilgili standartların karşılanıp karşılanmadığına dair tespit yapılır. Diyaloğa dayalı arabuluculuk işlevini içeren yargı-dışı mekanizmalarda ise taraflar bir araya getirilerek her iki tarafa da fayda sağlayan ve gelecekteki çatışmaları önleyen kalıcı bir ilişkinin kurulması amaçlanır.
Bu bölümde, yargı-dışı mekanizmalardan OECD Rehberi’nin şikâyet mekanizması olan Ulusal Temas Noktaları ile uluslararası finans kuruluşları bünyesindeki şikâyet mekanizmalarını ele alıyoruz. Burada yer verilen şikâyet mekanizmaları haricinde, devletlerin insan haklarının korunması ve geliştirilmesine ilişkin ülke içinde oluşturduğu mekanizmalar (örneğin, kamu denetçiliği), şirketlerin kendi bünyelerinde oluşturdukları ya da çok paydaşlı kurumların kurdukları mekanizmalar da ‘yargı-dışı mekanizmalar’ kategorisinde yer alıyor.
Ulusal Temas Noktaları
OECD Rehberi’ni, onu iş dünyası ve insan haklarındaki standartları içeren diğer metinlerden önemli kılan bir dizi özelliği var.
Öncelikle, devlet destekli. OECD Rehberi’ni kabul eden devletler hem kendi ülkesinde faaliyet gösteren hem de kendi ülkesinde kurulan ve başka ülkelerde faaliyet gösteren çokuluslu şirketlerin OECD Rehberi’ne uymaya teşvik edeceğini taahhüt ediyor.
Şirketlerin sorumlu davranış göstereceği konuları genis bir kapsamda ele alıyor. OECD Rehberi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Rehber İlkeler, ILO Sözleşmeleri, Rio Deklarasyonu gibi insan hakları ve çevreye ilişkin uluslararası belgeleri esas alıyor. Bu uluslararası belgelerde yer alan yükümlülükleri esas alarak, insan hakları, işçi hakları, çevre, kamuoyunu aydınlatma, rüşvet, tüketici menfaatleri, rekabet, bilim ve teknoloji ile vergilendirme dahil olmak üzere çok çeşitli başlıkta iş dünyasından beklentileri ifade ediyor.
İş dünyasının sorumluluklarını, devlet sınırının ötesine taşıyor. OECD Rehberi’ne göre şirketler, değer zinciri boyunca – yukarı ve aşağı yönde – nerede meydana gelirse gelsin olumsuz etkileri tespit etme ve ele alma sorumluluğuna sahip. Yani, uygulama açısından sınır ötesine etki ediyor.
Şirket faaliyetlerinden zarar görenlerin çözüm yollarına erişimini sağlamak üzere bir şikâyet mekanizması bulunuyor. Ulusal Temas Noktaları (‘NCP’), şirket faaliyetlerinden zarar görenler ile şirketler arasında doğrudan diyalog kurulmasını sağlayarak çözüm yollarına erişimi sağlıyor.
OECD Rehberi’nin bölümleri |
I. Kavramlar ve Esaslar: OECD Rehberi’nin ilk bölümü, sonraki bölümlerde yer alan tüm tavsiyelerin temeli ve bağlamını ortaya koyan kavram ve ilkeleri içeriyor. Bu kavram ve ilkelerin OECD Rehberi’nin bel kemiğini oluşturduğu kabul ediliyor. II. Genel Politikalar: Örneğin, insan hakları savunucularına ilişkin olarak bu bölümde şirketlerden, faaliyetlerini eleştirenlere misilleme yapmaktan (kamu katılımına karşı stratejik davalar (SLAPP) dahil) kaçınması ve iş ortakları ile devletleri misillemeyi durdurmaya ve önlemeye teşvik etmesi bekleniyor. III. Kamuoyunu Aydınlatma: IV. İnsan Hakları: V. İstihdam ve Sanayi İlişkileri: VI. Çevre: VII. Rüşvet ve Diğer Yolsuzluk Biçimleriyle Mücadele: VIII. Tüketicilerin Menfaatleri: IX. Bilim, Teknoloji ve Yenilik: X. Rekabet: XI. Vergilendirme: |
OECD Rehberi, çokuluslu şirketlere yönelik bir dizi tavsiyeyi içeriyor. Ancak, şirketler bakımından tavsiyelerden oluşan bu gönüllü uyum özelliğinin aksine, OECD Rehberi’ni benimseyen devletler bakımından Ulusal Temas Noktası (‘NCP’) olarak adlandırılan bu şikâyet mekanizması oluşturması zorunlu. Dolayısıyla, çokuluslu şirketlerin OECD Rehberi’ndeki standartlara bağlı olması gönüllü, fakat bu standartlara uymadıkları durumda bu çokuluslu şirketlerin şikâyet edileceği bir mekanizma mevcut.
OECD Rehberi’nin 2000 yılındaki revizyonu ile birlikte bir şikâyet mekanizması olarak yapılandırılan NCP’lerin iki temel işlevi var. İlki, OECD Rehberi’nin etkinliğini, tanıtım faaliyetleri yürütmek gibi farklı şekillerde geliştirmek.
İkincisi ise, çokuluslu şirketlerin OECD Rehberi’ne aykırı davranışlarının neden olduğu ihlallerin ele alınması ve arabuluculuk yoluyla çözüm sağlanması. Bu işlevi, OECD Rehberi’nin 2000 yılında yapılan revizyonu ile birlikte daha da önem kazandı. Rehber İlkeler’le uyumu sağlayan 2013 revizyonundan sonra NCP’ler sadece OECD Rehberi’ndeki şirketlerin insan haklarına saygı gösterme sorumluluğunu değil aynı zamanda Rehber İlkeler’deki standartların da açıklığa kavuşturulmasında, şirketlerden nasıl hareket etmeleri gerektiğinin belirlenmesinde önemli bir role sahip.
OECD Rehberi, tüm NCP’lerin etkili olabilmeleri için Rehber İlke 31’de belirtilen kriterler uygun olarak oluşturulmasını öngörüyor. Bu kriterlere sahip olması şartıyla devletler oluşturacakları NCP’lerin yapısını ve çalışma yöntemini belirlemede esnekliğe sahip. Örneklere bakıldığında, NCP’lerin büyük çoğunluğunun bakanlık çatısı altında yapılandırıldığı, personelinin de kamu çalışanlarından oluştuğu görülüyor. Bazılarında ise bakanlıklar kolaylaştırıcı işlevi görmekte, personeli ise farklı disiplinlerden uzmanlardan oluşmakta.
▼ NCP’leri harekete geçirmek
2001’de yapılan ilk başvurudan16 bu yana, dünya genelinde çeşitli NCP’ler tarafından farklı sektörlerde ve insan hakları, çevre, kamuoyunu aydınlatma gibi farklı başlıklarda OECD Rehberi’nin ilkelerini açıklığa kavuşturuyor, bu başlıklarda çokuluslu şirketlerin sorumluluklarının kapsamını netleştiriyor.
Peki, kim, hangi nedene dayanarak, kime karşı, hangi sürede ve nerede şikâyet başvurusunda bulunabiliyor?
Kime karşı, neden?
Eğer, OECD Rehberi’ni kabul eden bir devlette kurulmuş olan ve/veya OECD Rehberi’nin kabul eden bir devlette faaliyet gösteren çokuluslu bir şirket, OECD Rehberi’ndeki standartlardan birine veya birden fazlasına uygun davranmıyorsa bu çokuluslu bir şirket hakkında şikâyet başvurusu yapılabilir. Şikâyet, çokuluslu şirketin OECD Rehberi’ndeki standartları yeterli biçimde ele almadığı için geçmişte ortaya çıkan ihlallere, halen devam etmekte olan ihlallere veya şirketin planladığı faaliyetleri uygulamadığında meydana gelebilecek ihlallere ilişkin olabilir.
Ne zaman?
OECD Rehberi, şikâyet başvurusu için bir zaman sınırlaması öngörmüyor. Bu nedenle, çokuluslu şirketin OECD Rehberi’ndeki standartlara uygun davranmadığı anlaşıldığı herhangi bir zamanda başvuru yapılabilir.
Kim?
Şikâyet konusu ile ilgisi olan herhangi bir kişi, grup, STK veya sendika ilgili NCP’ye şikâyette bulunabilir.
Hangi NCP?
Şikâyet başvurusu, öncelikle faaliyetin yürütüldüğü (yani, OECD Rehberi’ndeki standartlarına uyulmamasının fiilen gözlemlendiği) ülkedeki NCP’ye yapılmalı. Eğer bu ülke, OECD Rehberi’ni kabul etmemişse, dolayısıyla da bu ülkede bir NCP yoksa, bu durumda çokuluslu şirketin merkezinin olduğu ülkedeki NCP’ye başvuru yapılır. Örneğin, İtalyan çokuluslu şirketin Nijerya’daki faaliyeti dolayısıyla yapılacak başvuru, Nijerya OECD Rehberi’ni kabul etmediği için İtalya NCP’sine yapılacaktır.
Bununla birlikte, şikâyete konu şirket davranışı çokuluslu şirketin merkezi düzeyinde verilen bir nedeniyle ortaya çıkıyorsa, çokuluslu şirketin merkezinin bulunduğu ülkedeki NCP’ye de başvurulabilir. Fransız çokuluslu şirketin Şili’deki faaliyeti dolayısıyla yapılacak başvuruda, merkez düzeyinde alınan bir karar veya politika sonucunda OECD Rehberi’ne aykırı davranış söz konusuysa, başvuru Fransa NCP’sine yapılabilir.
Hem faaliyetin yürütüldüğü ülkede hem de çokuluslu şirketin merkezinin olduğu ülkede NCP bulunabilir. Şikâyet başvurusu her iki NCP’ye yapılabileceği gibi sadece birine de yapılabilir. Örneğin, Hollandalı çokuluslu bir şirketin Türkiye’deki faaliyeti dolayısıyla yapılacak başvuru hem Hollanda NCP’sine hem de Türkiye NCP’sine yapılabilir veya bu NCP’lerden stratejik olarak seçilecek olan birine – bu, çoğu zaman en etkili karar vereceğine inanılan NCP olmakta – yapılabilir. Aynı konu için yapılan şikayetleri ele alan NCP’ler birbirleri ile iş birliği yapar.
Nasıl?
NCP’lere yazılı olarak başvuruda bulunuluyor. Başvuru dilekçesinin özel bir formatı bulunmuyor. Nacak, bazı NCP’ler başvuru dilekçesine ilişkin birtakım koşullar belirlemiş olabilir. Bu nedenle hangi NCP’ye başvuru yapılacaksa o NCP’nin başvuru rehberinin önceden incelenmesi ve bilgi edinilmesi önemli.
İlk Değerlendirme:
Şikayet kabul edilebilir mi? |
Evet | Arabuluculuk: Tarafların çözüm hakkında anlaşmalarına yardım etmek için arabuluculuk sağlama |
Hayır | Sonuç Beyanı: Tespit ve tavsiyeleri içeren sonuç beyanı yayınlama |
Eğer birden fazla NCP’ye başvuru yapılmışsa, ilk olarak NCP’ler kendi aralarında sürece hangi NCP’nin liderlik edeceğini, hangilerinin destekleyici olacağını belirler.
Birden fazla NCP’ye başvuru yapıldığında NCP’lerin kendi aralarında koordinasyonu belirlemelerinden sonra, tek bir NCP’ye başvuru yapıldığında ise başvurunun alınmasından sonra başvurunun kabul edilebilir olmadığı değerlendirilir. İlk değerlendirme olarak adlandırılan bu süreçte, NCP’ler aşağıdaki hususlara bakar:
- İlgili tarafın kimliği ve şikâyet konusuyla ilgisi,
- Şikâyet konusunun OECD Rehberi’nin uygulanışıyla ilgili olup olmadığı ve yeterli ve güvenilir bilgilerle desteklenip desteklenmediği,
- Şirketin faaliyetleri ile şikâyet konusu arasında bir bağlantının bulunup bulunmadığı,
- Bir mahkemede ya da başka şikâyet mekanizmasında aynı konu ile ilgili başvuru yapılmışsa o başvurunun bu şikâyet sürecini engelleyip engellemediği,
- Şikâyet konusunun OECD Rehberi’nin amaçlarına ve etkinliğine katkıda bulunup bulunmayacağı.
NCP, bu ilk değerlendirmesinde başvuru konusunun daha fazla incelemeyi gerektirmediğine karar verirse, bu kararını (‘sonuç beyanı’) taraflara bildirir. Eğer başvuru konusunun daha fazla incelemeyi gerektirdiğine karar verirse, tarafların bir çözüme ulaşmalarına yardım etmek için arabuluculuk sağlar. Bu sürecin sonunda, tavsiyeler ve tespitlerini içeren kararını (‘sonuç beyanı’) yayınlar. NCP genellikle sonuç beyanını yayınladıktan sonraki süreçte tarafların vardığı anlaşmayı veya sonuç beyanında verdiği tavsiyeleri takip eder.
Uygulamadaki örneklerde şikâyet sürecinin tamamı 1 ile 3 yıl arasında sürdüğü görülüyor. Takip süreci ise 1 yıl süresince devam ediyor.
▼ NCP’lerin yaklaşımı
NCP’ler kendilerine yapılan başvuruları değerlendirirken, şirketlerin insan haklarına saygı gösterme yükümlülüğünü OECD Rehberi’nde yer alan standartlar çerçevesinde yorumluyor. Yorumları, şirketlere yol gösterici nitelikte olduğu gibi hak sahipleri için de haklarını kullanırken benzer yol gösterici etkiye sahip.
2011 yılındaki revizyonla birlikte OECD Rehberi ile Rehber İlkeler arasında uyumlulaştırma gerçekleşti. Dolayısıyla, 2011 yılı sonrasında yapılan başvurularda NCP’ler sadece OECD Rehberi’ni değil, Rehber İlkeleri de yorumluyor.
Dünya genelinde çeşitli NCP’ler tarafından değerlendirilen başvuruların, özellikle petrol ve madencilik sektöründe yoğunlaştığı, OECD Rehberi’nin ‘Genel Politikalar,’ ‘Kamuoyunun Aydınlatılması,’ ‘İnsan Hakları’ ve ‘Çevre’ başlıklarındaki standartların ihlal edilmesiyle ilişkilendirildiği görülüyor. Bu başlıklardaki standartların ihlal edilmesinde çokuluslu şirketlerin anlamlı paydaş katılımını sağlamaması ortak bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Ayrıca çokuluslu şirketlerin yanında, bu şirketlere finansman sağlayan kuruluşlara karşı da sıklıkla şikâyet başvurusu yapılıyor. İklim değişikliği, 2023 revizyonuyla daha ayrıntılı şekilde düzenlense de 2011 yılından beridir şikayetlerin konusu oluyor. Başvurular arasında bir başka öne çıkan konu, çokuluslu şirketlerin faaliyetlerini çekmesi (yatırımı sonlandırma) durumu.
Bu bölümde, 2013 sonrasında yapılan çeşitli başvurulardan hareketle paydaşların katılımı, finans kuruluşlarının rolü, iklim değişikliği ve yatırımı sonlandırma konularında NCP’lerin yaklaşımını verdikleri öne çıkan kararlar eşliğinde ele alıyoruz.17
Paydaşların katılımı
OECD Rehberi’ne göre, şirketler faaliyetleri öncesinde, esnasında ve sonrasında, iyi niyetle ve görüşlerine duyarlı, sürekli bir biçimde etkilenen paydaşların katılımını sağlamalı. Katılım iki yönlü, zamanında, erişilebilir, uygun ve paydaşlar için güvenli olmalı.
NCP’lerin paydaş katılımına ilişkin yaklaşımını çok farklı kararda görebilmek mümkün. Burada öne çıkan bazı kararlara yer veriyoruz.
Kamerun toplulukları v. Victoria Oil and Gas |
Kamerun toplulukları v. Victoria Oil and Gas kararında, Birleşik Krallık NCP’si OECD Rehberi’ndeki standartlara hem uyum hem de uyumsuzluk tespitinde bulundu.18
2018’de Kamerun’daki iki toplum temelli kuruluş, İngiliz çokuluslu şirket Victoria Oil and Gas’in (‘VOG’) Kamerun merkezli iştiraki Gaz Du Cameroun’un Logbaba Gaz Projesi’ndeki faaliyetlerinde OECD Rehberi’ni ihlal ettiğini ileri sürerek Birleşik Krallık NCP’sine şikâyette bulundu. Şikâyetlerinde, projeden etkilenen nehir kenarı topluluklarının su kirliliği, gaz çıkarma sahasındaki patlamalardan kaynaklanan gürültü ve rahatsızlık, evlerin yıkılması ve hane geliri kaybı gibi olumsuz etkilere maruz kaldıklarını iddia ettiler. Topluluk üyeleri ayrıca şirket tarafından anlamlı bir katılım sağlanmamasından ve sağlık ve güvenlikleri üzerindeki muhtemel olumsuz etkiler hakkında yerel topluluklara bilgi verilmemesinden şikâyet ettiler. Arabuluculuk süreci sonunda taraflar bir uzlaşmaya varamadı. Bunun üzerine Birleşik Krallık NCP’si 2022’de yayınladığı kararında, şirketin “yerel halkla etkin bir şekilde ilişki kurmak ve güven ilişkisini teşvik etmek” için bir sisteme sahip olmadığını tespit etti. “Taraflarca sunulan delillerden hareketle, [Birleşik Krallık] NCP’si, Platform Toplantısı ve şikayetler için kullanılan posta kutusu gibi bazı etkili paydaş katılımı örneklerinin bulunduğuna dair kanıtlar olduğunu değerlendirmiştir. … Bununla birlikte, Rehber, “etkili paydaş katılımının iki yönlü iletişimle karakterize edildiğini ve her iki tarafın da iyi niyetine bağlı olduğunu” belirtmektedir. Rehber ayrıca işletmelerin, “işletmeler ile faaliyet gösterdikleri toplumlar arasında güven ve karşılıklı itimada dayalı bir ilişki geliştiren sistemlere sahip olmaları gerektiğini” ifade etmektedir. [Birleşik Krallık] NCP’si, şikayetçilerin, yerel halkla etkili bir şekilde iletişim kurmak ve güven ilişkisi tesis etmek amacıyla bir sistem bulunmadığını gösterdiğini değerlendirmiştir. Örneğin, materyaller erişilebilir bir dilde sunulmamış, yerel halka danışma sürecinde yeterli zaman tanınmamış ve Platform Toplantıları önceden bildirilmeden iptal edilmiştir. … Yukarıda belirtilen hususlar göz önüne alındığında, [Birleşik Krallık] NCP’si, VOG’un rehberin Genel Politikalar II Bölüm 7 ve 14. paragraflarını tam anlamıyla yerine getirmediği sonucuna varmıştır. [Birleşik Krallık] NCP’si, VOG’a şu tavsiyelerde bulunmaktadır: İşletmeler ile faaliyet gösterdikleri toplumlar arasında güven ve karşılıklı itimat ilişkisi geliştiren etkili özdenetim uygulamaları ve yönetim sistemleri geliştirmesi ve uygulaması, “[Birleşik Krallık] NCP’si, VOG’un gaz süreçlerinde güvenlik önlemlerini nasıl uyguladığını göstermiş olmasına rağmen, VOG’un faaliyetlerinden kaynaklanabilecek ciddi çevresel ve sağlık zararlarını önlemeye, azaltmaya veya kontrol altına almaya yönelik açık bir acil durum planının varlığına dair bir kanıt göremediğini değerlendirmiştir. Bu nedenle, [Birleşik Krallık] NCP’si, VOG’un Bölüm VI, 5. paragraf hükümlerine tam olarak riayet etmediği sonucuna varmıştır. Buna bağlı olarak, [Birleşik Krallık] NCP’si, VOG’a faaliyetlerinden kaynaklanabilecek kazalar ve acil durumlar da dahil olmak üzere, ciddi çevresel ve sağlık zararlarını önlemek, azaltmak ve kontrol altına almak için acil durum planları bulundurması ve yetkili makamlara derhal bildirim mekanizmaları oluşturması tavsiyesinde bulunmaktadır.” |
Finans kuruluşlarının rolü
Finans kuruluşları, küresel ekonomideki başlıca aktörler olarak, şirketlerin insan haklarına saygı göstermesini sağlamakta önemli bir rol oynar. Büyüklüğü, sektörü, konumu veya yapısı fark etmeksizin tüm şirketlere uygulanan Rehber İlkeler ve de OECD Rehberi, finans sektörünü de kapsıyor.
NCP’ler, farklı finansal aktörler açısından bu ilkelerin nasıl yorumlanması gerektiğini açıklığa kavuşturuyor. Böylesi kararlardan biri de Güney Koreli bir şirkete finansman sağlayan iki ayrı fona ilişkin. Bu bölümde önce, farklı NCP’lere eş zamanlı başvuru yapılması bakımından da önemli olan bu şikâyet başvurusunu, ardından da ING bankasına karşı yapılan şikâyeti ele alıyoruz.
POSCO | |
Hindistanlı bir STK olan Lok Shakti Abhiyan ve onu destekleyen yerel koalisyonlar tarafından Güney Koreli Pohang Iron and Steel Company (POSCO), Hollandalı emeklilik fonu ABP ve APG ile Norveç emeklilik fonu Norveç Bankası Yatırım Yönetimi (NBIM) tarafından OECD Rehberi’nin ihlal edildiği iddiasıyla Güney Kore, Hollanda ve Norveç NCP’lerine 2012 yılında eş zamanlı olarak şikâyet başvuruları yapıldı.
Şikayette, POSCO’nun Hindistan’ın Jagatsinghpur bölgesinde yıllık 12 milyon ton kapasiteli entegre çelik fabrikası, özel elektrik santrali, özel liman ve diğer ilgili altyapı tesisleri inşa etme çabalarının, 20.000’den fazla kişinin yerinden edilmesine yol açacağı belirtildi. Ancak POSCO, insan hakları ile sosyal ve çevresel etkilerin tam kapsamını ve ciddiyetini belirlemek için tüm etkilenen topluluklarla anlamlı bir paydaş müzakere görüşmeleri yürütmemişti. POSCO’ya yatırım yapan Hollanda ve Norveç emeklilik fonlarının da POSCO ile olan finansal ilişkileri yoluyla faaliyetleriyle doğrudan bağlantılı olumsuz etkileri önlemeye veya azaltmaya çalışma sorumluluğu bulunuyordu. Kore NCP’si başvuruyu retti ancak, Hollanda ve Norveç NCP’leri başvuruyu kabul etti ve kendi ülkelerinde kurulu finans şirketleri bakımından inceleme sürecine başladı. Hollanda ve Norveç NCP’lerinin ABP/APG ve NBIM’e karşı ele aldığı bu başvurular, OECD Rehberi kapsamındaki şirketlerin insan hakları sorumluluklarının, şirkette çok küçük bir hisseye sahip olsalar bile azınlık hissedarlar da dahil olmak üzere tüm yatırımcılar için geçerli olduğunu ileri süren ilk başvurulardı. Hollanda ve Norveç NCP’leri, verdikleri kararlarda finans kuruluşları için insan hakları ihlallerine neden olan şirketle doğrudan bağlantılı olduklarında ne gibi beklentilerin olduğunu ve etki güçlerinin (leverage) kullanılmasını açıklığa kavuşturdu. |
|
Lok Shakti Abhiyan ve diğerleri v. ABP/APG | |
Hollanda NCP’sinin sağladığı arabuluculuk sonucunda taraflar uzlaşmaya vardı. Bunun üzerine Hollanda NCP’si OECD Rehberi’nin azınlık hissedarlarına da uygulandığını tespit eden kararını yayınladı.19 Karar, aynı zamanda, şirketlerin etki gücünü kullanmasına ilişkin önemli değerlendirmeler içeriyordu.
[OECD] Rehberi’nin özen yükümlülüğü düzenlemelerinin finans sektörüne de uygulanabilir olduğu olduğu dikkate alındığında, [Hollanda] NCP’si, azınlık hissedarlarının sosyal ve çevresel konularla ilgili risk temelli bir durum tespit süreci gerçekleştirme sorumluluğu olduğunu tespit etmiştir. Azınlık hissedarları da diğer yatırımcılar gibi [OECD] Rehberi’ni uygulamakla ve özellikle yatırım, kredi verme veya diğer finansal hizmetlere karar vermeden önce risk temelli bir durum tespit süreci gerçekleştirmekle yükümlüdür. [OECD] Rehberi, azınlık hissedarları için herhangi bir istisna öngörmemekte veya uygulamanın belirli bir büyüklükten itibaren geçerli olduğuna dair bir ifade içermemektedir. … OECD Rehberi’nin İnsan Hakları başlığı, Birleşmiş Milletler İş Dünyası ve İnsan Hakları Çerçevesi’ne dayanmaktadır ve onun uygulamanmasına yönelik Rehber İlkeler ile uyumludur. Bu nedenle, azınlık hissedarlarına ilişkin Rehber İlkeler’in açıklamaları, OECD Rehberi’nin özen yükümlülüğü hükümlerinin azınlık hissedarlarına uygulanabilirliği konusunda yorumlayıcı rehberlik sunmaktadır. Hollanda NCP’si, bir yatırımcının bir şirkette sahip olduğu hisselerin büyüklüğünün, [OECD] Rehberi açısından bir iş ilişkisi olup olmadığını belirlemediğine inanmaktadır. Bunun yerine, bu büyüklük, ilgili yatırımcının zarara neden olan kuruluşun hatalı uygulamalarını değiştirme yönünde yeterli etki gücüne [leverage] sahip olup olmadığını belirlemede bir faktördür. ABP ve APG ile ilgili olarak gündeme getirilen hususlar, bu kuruluşların etki güçlerini kullanarak POSCO’nun insan hakları ve çevresel haklara yönelik olumsuz etkilerini önleme veya azaltma sorumluluklarıyla ilgilidir. Bu etkiler, POSCO’ya yapılan yatırım yoluyla doğrudan onlarla ilişkilidir. ABP/APG’nin, yatırım yaptıkları şirketlerin neden olduğu olumsuz etkileri önlemeye yönelik sorumluluğu, bu etkilerin doğrudan sorumluluğunu etkileri yaratan şirketten (POSCO) alıp iş ilişkisi içerisinde olduğu kuruluşa (ABP/APG) kaydırmak anlamına gelmez. POSCO, olumsuz etkiler yaratmaktan veya bu etkileri artırmaktan doğrudan sorumludur. Öte yandan, APG/ABP, bu etkiler faaliyetleri, ürünleri veya hizmetleriyle –yatırımları dahil– doğrudan bağlantılı olduğunda bunları önlemeye veya azaltmaya çalışmaktan sorumludur. APG, ABP’nin emeklilik sermayesini yönetmekte olup Ekim 2012 itibarıyla POSCO’da %0,084 oranında bir hisseye sahiptir. Fonun (genel olarak büyük olan) büyüklüğü, uluslararası sürdürülebilir finans konusundaki önde gelen rolü ve bu özel durumda diğer benzer fonlarla olan iş birliği (koalisyonlar dahil) nedeniyle, sahip olduğu küçük hisse oranının POSCO üzerinde potansiyel etki gücü açısından önemsiz olduğu düşünülmemektedir. Sonuç olarak, [OECD] Rehberi’nin uygulanabilirliği açısından yalnızca finansmanın miktarı ya da oranı değil, aynı zamanda hatta daha ziyade yatırımcının (veya borç verenin), olumsuz etkilere “neden olan veya katkıda bulunan” kuruluşa karşı sahip olduğu etki gücünün derecesi önemli bir husustur: bu tür bir etki gücü, büyük ve kamuoyunda bilinen bir yatırımcı tarafından çok daha etkili şekilde uygulanabilir; yatırımcının söz konusu şirketteki payı veya kendi portföyündeki oranı küçük dahi olsa –ki bu durum APG ve POSCO örneğinde geçerlidir. Bu nedenle, [OECD] Rehberi’nin özen yükümlülüğü hükümleri, azınlık hissedarı olarak APG için de geçerlidir.” |
|
Lok Shakti Abhiyan ve diğerleri v. NBIM | |
Norveç emeklilik fonu NBIM ise Norveç NCP’sinin sağladığı arabuluculuğu kabul etmedi. Bunun üzerine Norveç NCP’si NBIM’in, iş ilişkileri yoluyla POSCO’nun iddia edilen insan hakları ihlalleriyle doğrudan bağlantılı olduğu, bu nedenle de şirketin etki gücünü kullanması gerektiğini tespit ettiği kararını yayınladı.20
“[OECD] Rehberi, insan hakları ihlalleriyle doğrudan bağlantılı olan ancak bu ihlallere neden olmayan ya da katkıda bulunmayan şirketlerin genellikle bu ihlallerden sorumlu olan taraf üzerinde kontrol sahibi olmadığını kabul etmektedir. Ancak bu durum, söz konusu şirketin iş ilişkisi kurduğu andan itibaren durumu etkilemeye yönelik adımlar atma sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu gibi durumlarda [OECD] Rehberi, bir şirketin “olumsuz insan hakları etkisine neden olan kuruluşu bu etkiyi önlemesi veya azaltılması için etkilemek amacıyla kendi etki gücünü kullanması gerektiğini”, bu etkiyi tek başına ya da diğer aktörlerle iş birliği içinde göstermesi gerektiğini belirtmektedir. Bir işletmenin atması gereken uygun adım, diğer kuruluş üzerindeki etki gücü, ilişkiyi sürdüren işletme açısından bu ilişkinin ne kadar kritik olduğu ve ilişkinin sonlandırılmasının insan hakları üzerinde olumsuz etkiler doğurup doğurmayacağı gibi faktörlere bağlıdır. OECD Rehberi’nin dayandığı BM Rehber İlkeleri ile uyumlu olmak adına, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisi’ne göre, kurumsal yatırımcıların– azınlık hissedarlık dahil – hisse sahipliğine bağlı olarak tespit edilen insan hakları risklerini önlemek ya da azaltmak için çaba göstermeleri beklenmektedir. Rehber İlkeleri, tespit edilen riske verilecek uygun yanıtın, yatırımcının sahip olduğu etki gücüne bağlı olduğunu belirtir. Bu kapsamda, zararlı uygulamaları sona erdirmek ve insan hakları ihlallerine dair riskleri azaltmak amacıyla etki gücünü kullanmak veya artırmak yönünde bir dizi seçenek değerlendirilmelidir. Bu çabalar başarısız olursa, Rehber İlkeler kurumsal yatırımcının ilişkiyi sonlandırmayı düşünmesi gerektiğini belirtmektedir. … Azınlık hissedarlarının etki gücü elde etmek için çoğunluk hissedarlarından daha yaratıcı yöntemler uygulamaları gerekebilir. Ancak etki gücünün, doğrudan sahiplik yüzdesiyle orantılı matematiksel bir hesap olmadığını unutmamaları gerekir. Etki gücü, çeşitli sözleşmeli ve sözleşmesiz yöntemlerle, tek başına ya da diğer aktörlerle birlikte ve zaman içinde farklı bağlamlarda artırılabilir ve kullanılabilir. Yatırımcılar, iş ilişkisi içinde oldukları portföy şirketlerini etkilemek amacıyla sistemlerinde kullanabilecekleri çeşitli araçlara sahiptir. Yatırımdan önce, insan hakları riskinin çok yüksek olduğu gerekçesiyle yatırım yapmamaya karar verebilir veya portföy şirketinin yönetim sistemlerinde önemli insan hakları endişelerini daha iyi yönetmek için değişiklikler talep edebilirler. [Norveç] NCP’si, büyük kurumsal yatırımcıların her yatırım öncesinde insan hakları risklerini değerlendirmesinin her zaman mümkün olamayabileceğini kabul etmektedir. Bir şirket, yatırım yaptıktan sonra portföyündeki bir şirketin insan hakları ihlallerini öğrenirse, yine de kullanabileceği çeşitli araçlar mevcuttur; bunlar arasında hissedar önerileri, yönetimle etkileşim ve yatırımı sonlandırma tehdidi yer alır. NBIM, sistemlerinde çocuk haklarıyla ilgili meseleleri ele almak için kullanılan bazı araçlar geliştirmiştir ve bu araçlar portföyündeki şirketlerin insan hakları üzerindeki olası ve fiili etkilerini ele almak için de kullanılabilir. Ancak bunu insan haklarına ilişkin olarak sistematik biçimde yapıp yapmadığı ya da nasıl yaptığı net değildir.” |
Milieudefensie ve diğerleri v. ING | |||
Daha sonra 2019’da Milieudefensie, başka STK’larla birlikte yaptıkları şikâyet başvurusunda Hollanda merkezli ING Group’un, bankanın palmiye yağı müşterileri veya bunların iştirakleri tarafından neden olunan olumsuz etkilere katkıda bulunarak OECD Rehberi’ni ihlal ettiğini iddia etti.
Başvuruda, ING bankasının başlangıçta palmiye yağı müşteriyle olan iş ilişkisi yoluyla olumsuz etkilerle doğrudan bağlantılı olduğu ancak, olumsuz etkilerin yüksek derecede öngörülebilir olmasına rağmen ING’nin bu etkilerin riskini fiilen azaltma veya ortadan kaldırma konusunda başarısız olması, bu müşterilere önemli miktarda kredi vermeye ve kredileri yenilemeye devam etmesi sonucunda ING’nin bu olumsuz etkilere önemli ölçüde katkıda bulunan bir konuma geldiği belirtildi. |
|||
Olumsuz etkilere dahil olma | |||
Şirketler, faaliyetleri ile insan hakları ve çevre üzerinde farklı yollarla olumsuz etkide bulunabilir. Rehber İlkeler, neden olma, katkıda bulunma ve bağlantılı olarak ortaya çıkma şeklinde üç seviyede şirketlerin olumsuz etkilere dahil olabileceğini öngörüyor. | |||
Olumsuz etki | Örnek | Yükümlülük | |
Kendi faaliyetleriyle neden olma | Yeterli güvenlik önlemi almaksızın işçi çalıştırma | Ortaya çıktığında olumsuz etkisini durdurmak veya önlemek için gerekli adımları atma | |
Kendi faaliyetleriyle katkıda bulunma | Siyasi muhalifler üzerinde baskı kurmak amacıyla bilgi talep eden hükümetlere internet hizmetini kullananların verisini vermek;
Birden fazla şirketin içme suyu temini için gerekli olan su kaynaklarını tüketmesi veya kirletmesi |
Ortaya çıktığında katkısını durdurmak veya önlemek için gerekli adımları atma, olumsuz etkiyi azaltmak için etki gücünü kullanma | |
Dahil oldukları iş ilişkileri içinde kendi faaliyet, ürün ve hizmetleriyle doğrudan bağlantılı olarak ortaya çıkma | Şirketin bu konuda bir baskısı olmaksızın şirketin giyim ürünlerinin nakışlarının tedarikçi tarafından evlerde çocuk işçilere yaptırılması | Ortaya çıktığında diğer şirketin neden olduğu olumsuz etkiyi ortadan kaldıracak şekilde etki gücünü kullanma, bunun yetmediği durumda iş ilişkisini sona erdirme | |
Taraflar Hollanda NCP’sinin sağladığı arabuluculuk sürecinde uzlaşmaya varamadı. Bunun üzerine Hollanda NCP’si açıkladığı Milieudefensie ve diğerleri v. ING kararında21 finans kuruluşlarının olumsuz insan hakları etkisine ‘doğrudan bağlantılı olmak’tan bu etkiye ‘katkıda bulunma’ya geçmesine ilişkin olarak önemli tespitlerde bulundu:
“OECD Rehberi’ne göre, ‘doğrudan bağlantılı’ olmanın ne zaman olumsuz bir etkiye katkıya dönüştüğü sorusuna ilişkin olarak, [Hollanda] NCP’si şu hususlara dikkat çeker: Mevcut rehberler, bir bankanın bir müşteri tarafından meydana getirilen mevcut veya potansiyel olumsuz bir etkiye katkıda bulunup bulunmadığının değerlendirilmesinin karmaşık bir süreç olduğunu kabul etmektedir. … Uygulamada, ‘katkıda bulunmak’ ile olumsuz bir insan hakları etkisine ‘doğrudan bağlı olmak’ arasında bir süreklilik söz konusudur: bir bankanın söz konusu etkiyle olan ilişkisi, kendi eylem ve ihmallerine bağlı olarak zamanla değişebilir. Örneğin, bir banka, faaliyetleri, ürünleri veya hizmetleri ile bir müşteri ilişkisi üzerinden doğrudan bağlantılı devam eden bir insan hakları ihlalini tespit ederse – veya bu konuda bilgilendirilirse – ancak zamanla bu durumu önlemeye ya da azaltmaya yönelik makul adımlar atmazsa, bu durumun devamına olanak sağlayan bir konuma gelebilir ve böylece ‘katkıda bulunan’ taraf olarak değerlendirilebilir. Bu tür makul adımlar örneğin; durumu müşterinin üst yönetimi veya yönetim kuruluna taşımak, diğer bankaları da müşteriye konuyu iletmek üzere iş birliğine ikna etmek, ilave finansmanı durumu düzeltme şartına bağlamak gibi adımlar olabilir… … Bankalar çoğu durumda müşterilerinin neden olduğu olumsuz etkilere “doğrudan bağlı” olacaklarsa da, bazı durumlarda bu olumsuz etkilerin oluşmasına katkıda da bulunabilirler; özellikle kendi faaliyetleri bir şekilde müşterilerinin zarar verici davranışlarına neden oluyorsa, bu davranışları kolaylaştırıyor ya da teşvik ediyorsa. Ancak, bu katkının ‘katkı’ olarak kabul edilebilmesi için küçük ya da önemsiz değil, önemli düzeyde olması gerekir…” |
İklim değişikliği
NCP’lere yapılan başvuruların büyük bir bölümünde OECD Rehberi’nin ‘çevre’ başlığındaki standartların ihlal edildiği iddiası yer alıyor. Bu başvurulardaki tüketicilere yanlış bilgi verilmesi veya iklimle ilgili bilgilerin eksik sağlanması odaklı şikayetlerde ise sıklıkla iklim değişikliği tartışma alanı buluyor.
Oxfam Novib ve diğerleri v. ING Bank |
2017’de Hollandalı STK’lar Oxfam Novib, Greenpeace Hollanda, BankTrack ve Friends of the Earth Hollanda (Milieudefensie), ING Bankası’nın 2015 yılında Paris’te imzalanan uluslararası iklim anlaşmasında belirlenen hedeflere yeterince bağlı kalmadığı ve katkıda bulunmadığı iddiasıyla şikâyet başvurusunda bulundu. ING, kendi doğrudan sera gazı emisyonları hakkında raporlama yapıyordu ancak, dünya çapında finanse ettiği şirketler ve projeler aracılığıyla ortaya çıkan dolaylı ürün emisyonları hakkında kamuya açık bir raporlama yapmıyordu. Başvuru tarihinde de yakın gelecekte bu konuda bir adım atacağını da açıklamamıştı. Ayrıca banka, finansal ürünlerinden kaynaklanan sera gazı emisyonlarını azaltmak için de kendi hedeflerini henüz belirlememişti.
Hollanda NCP’sinin sağladığı arabuluculuk sürecinde taraflar birçok konuda anlaşmaya vardı. Buna göre, ING bankanın iklim etkisini ölçmek, hedefler belirlemek ve yönlendirmek için belirli yaklaşımlar ve metodolojiler benimseyecekti. ING 2025 yılına kadar kömürlü termiğe yönelik yatırımlarını sıfıra yakın bir düzeye indirme ve yeni kömür yakıtlı santrallerinin finansmanından kaçınacaktı. Ayrıca ING ile başvurucu STK’lar, Hollanda hükümetine ortak bir çağrıda bulundu ve hükümetin Uluslararası Enerji Ajansı’ndan küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutacak iki model geliştirmesini talep etmesini istedi. Bunun üzerine Hollanda NCP’si, yayınladığı kararında bankaların OECD Rehberi’ne uymak için Paris İklim Anlaşması ile uyumlu somut iklim hedefleri belirlemeleri gerektiğine ilişkin tespitlerde bulundu.22 “OECD Rehberi, Hollanda hükümetinin işletmelerden sorumlu iş uygulamaları konusunda ne beklediğini açıklığa kavuşturur. [OECD] Rehberi, işletmelerin kendi faaliyetleri aracılığıyla rehberde yer alan konular üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktan veya bu etkilere katkıda bulunmaktan kaçınmaları ve bu tür etkiler oluştuğunda bunları ele almaları gerektiğini belirtir. Aynı zamanda, katkıda bulunmadıkları ancak faaliyetleri, ürünleri veya hizmetleriyle ticari ilişkiler aracılığıyla doğrudan bağlantılı olan olumsuz etkileri önlemek veya azaltmak için de çaba göstermelidirler. OECD Rehberi çerçevesinde şirketlerden, çevresel etkileri —iklim değişikliği etkisi dahil olmak üzere— için bir durum tespit süreci yürütmeleri beklenir. Bu yalnızca kendi çevresel etkileri için değil, aynı zamanda değer zincirlerindeki çevresel etkiler için de geçerlidir. … [Hollanda] NCP’si, metodoloji eksikliğinin veya uluslararası kabul görmüş bir standardın yokluğunun, finansal kuruluşlar dahil olmak üzere şirketlerin, çevresel etkiyi ölçmeye ve raporlamaya yönelik çaba göstermeleri yükümlülüğünü ortadan kaldırmadığını vurgular. Bu durum, örneğin sosyal, çevresel ve risk raporlaması gibi raporlama standartlarının hâlâ gelişmekte olduğu alanlarda, özellikle sera gazı emisyonları için geçerlidir. Aynı zamanda [Hollanda] NCP’si, finanse edilen emisyonların dolaylı olduğunu ve bu nedenle ölçüm ve kontrolünün daha zor olduğunu dikkate alır. Bu arada ING’nin bir standart geliştirmeye yönelik çaba gösterdiği not edilmelidir. … Bu bağlamda [Hollanda] NCP’si, OECD Rehberi’nin ING’nin ve diğer ticari bankaların, uygun olduğu durumlarda, etkilerini yönetmek için somut hedefler belirlemeye yönelik çaba göstermelerini talep ettiğini gözlemlemektedir. Bu hedefler, ilgili ulusal politikalar ve uluslararası çevresel taahhütlerle uyumlu olmalıdır. İklim değişikliği bağlamında, Paris Anlaşması şu anda devletler arasında en önemli uluslararası anlaşmadır ve Hollanda Devleti tarafından da imzalanmış, iklim değişikliği açısından önemli bir dönüm noktasıdır.” |
Development Yes—Open Pit Mines No! Foundation v. Group PZU S.A |
Ağustos 2018’de Polonya NCP’sine yapılan şikâyet başvurusunda, Polonya sigorta ve bankacılık şirketi Group PZU S.A.’nın (PZU) faaliyetlerinin ve hizmetlerinin çevre ve iklim üzerindeki etkilerine ilişkin sağladığı bilgilerin tüketicilerin çoğunluğuna işletmenin faaliyetlerinin niteliği ve kapsamı hakkında tam bir resim sunmak için yeterli olmadığı iddia edildi.
Polonya NCP’sinin sağladığı arabuluculuk süreci, PZU’nun raporlama yaklaşımını değiştirmesiyle sonuçlandı. “Şirket, Şikayette Bulunan Taraf’ın beklentilerine ilişkin görüşünü 26 Şubat 2019 tarihli bir mektupla OECD NCP’sine sunmuş, soruları doğrudan yanıtlamış ve beklentilerin kapsamına giren ilgili bilgilerin büyük bölümünün şirketin 2018 yılına ait finansal olmayan raporunda yer alacağını bildirmiştir. 17 Nisan 2019 tarihinde, Şirket ve Şikayette Bulunan Taraf’ın temsilcileri, OECD NCP’sinin huzurunda bir toplantı gerçekleştirmiş ve bu toplantı sırasında taraflar bir anlaşmaya varmıştır. Şirket temsilcileri, finansal olmayan beyan için önemli konuların belirlenmesine yönelik üç aşamalı bir sürecin yürütüldüğünü açıklamış ve bu sayede beyanın bireysel konular hakkında daha fazla bilgi içerdiğini ifade etmiştir. Ayrıca, Şirketin 2018 yılına ait finansal olmayan beyanının, Muhasebe Kanunu’nda (Polonya hukukunda 2014/95/AB Direktifi’nin uygulanması) belirtilen ilgili gereklilikleri karşıladığı ve GRI Standartlarına uygun olarak hazırlandığı vurgulanmıştır. Şikâyette Bulunan Taraf, şirketin 2018 yılına ait finansal olmayan beyanına beklentilerinin büyük çoğunluğunu dahil etmiş olmasından memnuniyet duyduğunu ifade etmiştir. Bu beyan 13 Mart 2019 tarihinde şirketin internet sitesinde yayımlanmıştır. Şikâyette Bulunan Taraf, insan haklarına saygı ve çevrenin korunmasına ilişkin politikaların açıklamasının henüz mükemmel olmadığını (özellikle şirketin sigortaladığı kuruluşların faaliyetlerine veya yatırımları nedeniyle ortaya çıkan emisyonlara ilişkin sorumluluğu açısından) değerlendirmektedir, ancak bu beyanın, 2017 yılına ait finansal olmayan beyana kıyasla şirketin bu konulara yaklaşımını çok daha iyi yansıttığını belirtmiştir.” Polonya NCP’si tarafların uzlaşması üzerine yayınladığı Development YES – Open-Pit Mines NO v. Group PZU S.A. kararında,23 finansal kurumların kamuoyuna açıklama yapmasının kurumsal faaliyetleri ve bunların sosyal, ekonomik ve çevresel etkilerinin herkes tarafından anlaşılabilmesi için vazgeçilmez olduğu tespitinde bulundu. “OECD NCP, davanın ileri aşamaya taşınmasını kabul ederek, sorumlu işletme davranışı standartlarını güçlendirme konusundaki taahhüdünü ifade etmiş ve sorumlu bir işletmenin, diğer hususların yanı sıra, doğal çevreye özen göstermesi, paydaşlarla diyalog yürütmesi, ekonomik, çevresel ve sosyal kalkınmaya katılım sağlaması ve faaliyetlerinden kaynaklanan olumsuz etkileri en aza indirmesi gerektiğini; ayrıca insan haklarına saygı göstermeye ve üstleneceği her türlü eylem hakkında özenli şekilde bilgilendirmede bulunmaya yönelik bir taahhütte bulunması gerektiğini dikkate alacağını belirtmiştir.” |
Yatırımı sonlandırma
Şirketler, özellikle yatırımlarının insan hakları ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri kamuoyunun dikkatini çektiğinde, bu tepkilere bir yanıt olarak yatırımını sonlandırmayı tercih ediyor. Yakın dönemlerde Myanmar’da ya da Ukrayna’nın işgalinde böylesi şirket kararlarını gördük.
Bu ‘gönüllü’ gözüken yatırımdan erken çıkma durumu, çoğunlukla, şirketlerin krize, olası hukuki sorumluluklara, yaptırımlara ve diğer risklere verdiği ani ve tepkisel bir yanıt. Sorumlu bir çıkış süreci değil.
Rehber İlkeler ve OECD Rehberi, böylesi bir kararın insan hakları durum tespit süreçleriyle ilişkilendiriyor. Bunun yanında NCP kararlarında öne çıktığı gibi “son çare” olma boyutu da var. Bu bölümde, yatırımı sonlandırma kararını odağa alan bazı NCP kararlarına bakıyoruz.
Friends of Earth v. Rabobank |
Endonezyalı şirket Bumitama Agri Group (BGA), Endonezya’nın Orta Kalimantan, Batı Kalimantan ve Riau bölgelerinde 200.000 hektarın üzerinde plantasyon arazisine sahipti. BGA, 2009 yılından bu yana Kalimantan’da ormanlık arazilerin palmiye plantasyonları için açılması/temizlenmesine dahil olmuştu. BGA plantasyonlarının yönetimi faaliyetlerinde Hollandalı Rabobank’ın sağladığı kredilerden yararlanıyordu.
Friends of Earth Avrupa’nın 2013’te yayınlanan araştırmasında, BGA tarafından yönetilen arazilerin, ulusal yasalara aykırı olarak ve gerekli izin veya onaylar olmaksızın plantasyona açıldığı belgelenmişti. Araştırma ayrıca, BGA’nın nesli tükenmekte olan orangutanların yaşadığı ormanı bilerek tahrip ettiğini ve kısmen yasaklanmış derin turba arazisini kullandığını ortaya koymuştu. İlaveten BGA, gerekli izinler olmaksızın Kalimantan bölgesinde faaliyet gösteren Golden Youth palmiye yağı plantasyonunun yönetimini devralmıştı ve burada yasadışı olarak üretilen palmiye yağını tedarik zincirinin dolaşımına sokuyordu. Friends of Earth Avrupa ile Friends of Earth Hollanda (Milieudefensie), 2014’te Hollanda NCP’sine yaptıkları şikâyet başvurusunda, Rabobank’ın BGA’nın faaliyetleriyle ilgili ciddi çevresel, sosyal ve yasal sorunlardan haberdar olması gerektiğini, ancak buna rağmen BGA’ya önemli miktarda kredi verdiğini iddia etti. Rabobank bu finansmanında kendi palmiye yağı politikasını uygulamamıştı ve OECD Rehberi’ne aykırı olarak doğrudan bağlantılı olduğu etkileri önlemek ve azaltmak için gerekli özeni göstermemişti. Hollanda NCP’si ilk değerlendirmesini yaparken, BGA, Golden Youth palmiye yağı plantasyonuyla olan sözleşmesini feshettiğini ve buradan artık palmiye yağı tedarik etmediğini açıkladı. Buna rağmen Hollanda NCP’si başvurunun devam ettirilmesini değerlendirdi ve taraflara arabuluculuk sağladı. Arabuluculuk sürecinde taraflar, palmiye yağı üretiminin sürdürülebilirliği konusunda eleştirel bir bakış açısının zorunlu olduğu ve Rabobank’ın palmiye yağı sektöründeki müşterilerinin etkilerine ilişkin dış paydaşlarla diyaloğunu sürdürmesi gerektiği konusunda mutabık kaldı. Bunun üzerine yayınladığı Friends of Earth v. Rabobank kararında Hollanda NCP’si finans kuruluşlarının etki güçlerini kullanmasına ilişkin tespitlerde bulunurken, son çare olarak yatırımı sonlandırma ihtimalini de vurguladı.24 “… Finans kuruluşları, kendi iş uygulamalarının etkilerini önlemek veya azaltmak için bireysel etki güçlerini kullanmak ve gerekirse müşterileri üzerinde etki gücünü artırmak konusunda kendi sorumluluklarına sahiptir. Bu nedenle, şirketlerin, pratik deneyimlere dayalı olarak, gerçek anlamda sürdürülebilir palm yağı üretimine yönelik çalışan kendi politikalarını geliştirmeye devam etmeleri önemlidir. OECD Rehberi uyarınca, şirketler iş ilişkilerine uygun yanıtlar vermeye teşvik edilmekte ve risk azaltma çabalarına katılmaları konusunda güçlü şekilde yönlendirilmektedir; ilişkiyi sonlandırmak ise son çare olarak görülmektedir.” Hollanda NCP’sinin “son çare” olarak ifade ettiği yatırımı sonlandırma, 2021’de Avusturalya NCP’sine yapılan bir başvuruda değerlendirildi. Publish What You Pay Avusturalya, 245 Myanmarlı STK ile birlikte Avustralyalı maden geliştirme şirketi Myanmar Metals’ın (MYL) Myanmar’daki faaliyetlerinden çekilmesinin OECD Rehberi’nde belirtilen yatırımı sorumlu şekilde sonlandırma standartlarını karşılamadığını iddia etti. |
Publish What You Pay Avustralya ve diğerleri v. Myanmar Metals |
MYL, Myanmar’daki Bawdwin madenini geliştirmek için kurulan bir ortak girişimde %51 hisseye sahipti. Eylül 2021 sonunda bu ortak girişimdeki hisselerinin tamamını Myanmarlı ortağı Win Myint Mo Industries Co. Ltd’ye (WMM) devredeceğini açıklamıştı.
MYL, (a) hisselerinin satışı ile ilgili olarak, paydaşlarla anlamlı bir diyalog kurmamak da dahil olmak üzere, risk temelli insan hakları durum tespiti için gerekli adımları atmamıştı, (b) ortak girişimdeki hisselerinin devri sonrasında ortaya çıkabilecek olumsuz insan hakları etkilerini önlemek veya azaltmak için çaba göstermemişti ve (c) ortak girişimden çekilme kararı konusunda şeffaf davranmamıştı. WMM, sorumlu iş yapma konusunda iyi bir geçmişe sahip değildi, kamuya açık bir insan hakları politikası bulunmuyordu ve askeri yönetimin destekçileriyle bağlantılıydı. Dolayısıyla başvurucular, MYL’nin hisse devir kararının madenin geliştirilmesini kolaylaştırarak bir dizi olumsuz etkiye yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Avustralya NCP’si başvuruyu kabul edilir buldu ve kendi usul kurallarına göre şikayeti değerlendirmek için bir bağımsız müfettiş atadı. Ancak, MYL arabuluculuk sürecini kabul etmedi. Bunun üzerine Avustralya NCP’si yayınladığı Publish What You Pay Avustralya ve 245 Myanmarlı STK v. Myanmar Metals kararında şu tespitlerde bulundu:25 “MYL’nin Myanmar’daki faaliyetlerine başlamasından önce ve faaliyetleri sırasında herhangi bir insan hakları politikası bulunmamaktaydı. Şirket, (Ek C’de yer alan) ayrıntılı yanıtında, yayımlanmış bir insan hakları politikasının olmamasının, insan haklarına ilişkin sorumlulukları konusunda farkındalığa sahip olmadıkları anlamına gelmediğini ileri sürmüştür. Ancak şirketin farkında olduğunu beyan ettiği sorumluluklar arasında, OECD Rehberi ve BM İş Dünyası ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri’nde (UNGP’ler) belirtildiği üzere, her şirketin kamuya açık bir insan hakları politikasına sahip olması gerektiği de yer almaktadır.” (paragraf 76) “Önemli olan, etkili bir insan hakları durum tespit sürecinin tekrarlanıyor olmasıdır; süreç boyunca elde edilen bilgilerin politika ve uygulamalara yansıtılması gerekir ki sonuçlar iyileştirilebilsin. Bir insan hakları durum tespiti veya başka bir değerlendirme yöntemi, [Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirmesi]’nin parçası olup olmamasından bağımsız olarak, durum tespit sürecinin yalnızca bir bölümünü oluşturabilir. İnsan hakları durum tespit sürecinin, koşullarda meydana gelen önemli değişiklikleri dikkate alması ve ‘sürekli, proaktif ve tepkisel’ bir süreç olması önemlidir. Dikkate alınması gereken bir konu, OECD Rehberi’nin şirketlerin yatırımı sonlandırma kararlarında da özen yükümlülüğü uygulamalarını bekleyip beklemediğidir. MYL’nin BJV ile olan ilişkisi, ortak girişimdeki taraflarla yapılan sözleşmelerle ayrıntılı şekilde düzenlenmiş olup, faaliyet gösteren bir madenin ortak hedefini paylaşmaktadır. Bu bağlamda, MYL’nin BJV’deki payını devretme kararı, OECD Rehberi’nin uygulandığı herhangi bir operasyonel ya da diğer iş kararına benzemektedir. Şikâyette Bulunan ve Bağımsız İnceleyici, bir ticari ilişkiden çekilme kararının da işletmelerin insan hakları etkilerini belirlemek, önlemek ve azaltmak için özen yükümlülüğü uygulamaları gereken diğer tüm iş kararları gibi değerlendirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıca, MYL’nin BJV ile olan ilişkisi bir yatırımcı/yatırım alan taraf ilişkisi olarak nitelendirilse bile, OECD Rehberi’nin tavsiyeleri tüm sektörlerde geçerli olduğundan burada da geçerli olacaktır; buna finansal sektör ve ticari yatırım şirketleri de dahildir. OECD Rehberi, bir işletmenin üçüncü bir tarafa insan haklarına saygı göstermesi için etki gücünü uygulama çabaları içinde yatırımı sonlandırmayı son çare olarak tanımlar. MYL’nin yatırımı sonlandırma kararı bu bağlamda alınmamıştır. Yani MYL, insan haklarında iyileşme sağlamak için tedbirleri aşamalı olarak artırarak değil, ülkenin yönetişiminde ve güvenlik durumunda yaşanan köklü değişikliklere tepki olarak yatırımı sonlandırma kararı almıştır. Yine de her iki durumda da —hem OECD Rehberi’nin yatırımı sonlandırma konusundaki etki gücü kullanımı bağlamında hem de zorlayıcı koşullarda yatırımı sonlandırma kararı olarak— belirli bir düzeyde özen yükümlülüğü uygulanması beklenmektedir. Bu yükümlülük, “elden çıkarma kararına bağlı olabilecek olası sosyal ve ekonomik olumsuz etkilerin dikkate alınması”nı içerir.” (paragraf 84–86) “Şirketin Myanmar’da sorumlu biçimde faaliyet göstermeyi amaçladığı muhtemeldir; ancak bunu gerçekleştirme kapasitesi, insan hakları politikasının olmaması ve yatırım öncesi ve sırasında kapsamlı bir durum tespit süreci uygulamaması nedeniyle zayıflamıştır. Şirketin insan hakları politikası yoktur ve halen OECD Rehberi ve UNGP’lerle uyumlu bir politika geliştirmemiştir. Şirket, Myanmar’a yatırım yapmadan önce ve yatırım sırasında, özellikle madenin bulunduğu Shan Eyaleti gibi yüksek riskli ve çatışmalı bölgelerde faaliyet yürütmeyi planladığı düşünüldüğünde, kapsamlı bir insan hakları durum tespit süreci gerçekleştirmeliydi. Bölgede doğal kaynaklar üzerindeki çatışmalar dahil olmak üzere belgelenmiş ciddi insan hakları ihlalleri yaşanmakta ve bu maden üzerinden meydana gelebilecek, katkıda bulunabilecek ya da doğrudan bağlantılı olabilecek ihlallerin ağırlığı da göz önünde bulundurulmalıydı. İnsan hakları politikası olmaması ve yeterli insan hakları durum tespit süreci gerçekleştirmemesi nedeniyle şirket, OECD Rehberi’ne uygun hareket etmemiştir. Şikâyette bulunanın, şirketin Myanmar’daki BJV’den çıkışı sırasında yeterli insan hakları durum tespit süreci gerçekleştirmediği yönündeki şikâyeti geçerlidir. Şirket, uluslararası standartlara atıfta bulunan bir [Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirmesi] gerçekleştirdiğini belirtmiş olsa da, bu değerlendirmenin insan hakları risklerine dair sağlam bir inceleme niteliğinde olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Her halükârda, bir etki değerlendirmesi tek başına yeterli insan hakları durum tespit süreci yerine geçmez. Bağımsız İnceleyici, şirketin MYL’nin BJV’deki payını WMM’ye devretmesiyle ilgili insan hakları etkilerini değerlendirmediğini tespit etmiştir. … Şirket, insan hakları durum tespit süreci gerçekleştirmemiştir ve yatırımı sonlandırma kararının kendisinden veya uygulanma biçiminden kaynaklanabilecek olumsuz etkiler hakkında yeterince bilgi sahibi olmamıştır. Bu koşullar altında, şirket neden olabileceği, katkıda bulunabileceği ya da doğrudan bağlantılı olabileceği potansiyel insan hakları ihlallerini önlemeye veya azaltmaya çalışmamıştır. … Bağımsız İnceleyici, şikayette bulunanın, şirketin yatırımı sonlandırma süreci öncesinde ve süresince paydaşlarla anlamlı bir iletişimde bulunmaması yönündeki şikayetinin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Özellikle, şirketin yerel paydaşlarla, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ya da doğrudan temas kurma çabası bulunmamıştır. Yalnızca İngilizce yayımlanan [Avustralya Menkul Kıymetler Borsası] açıklamaları, yerel paydaşlar için erişilebilir olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, yeterli bilgilendirme aracı olarak kabul edilemez.” (paragraf 128) |
▼ NCP’lerin telafi önerileri
Rehber İlkeler’de telafinin “özür, eski hale getirme, rehabilitasyon, mali veya mali olmayan tazminat ve cezai yaptırımların (cezai veya idari para cezaları gibi) yanı sıra, örneğin ihtiyati tedbirler veya tekrarlamama güvenceleri yoluyla zararın önlenmesini” içerebileceği ifade ediliyor.
Peki, NCP’lerin sağladığı anlamlı bir telafiler nelerden oluşuyor?
NCP’lerin bugüne kadar verdiği kararlara baktığımızda arabuluculuk süreçlerinin sıklıkla şirketlerin politika değişikliği ile sonuçlandığını görüyoruz. Bunun yanında ileride oluşacak etkilerin önlenmesi ve hatta idari yaptırım uygulanması ya da tazminata karar verilmesiyle sonuçlanan örnekler de bulunuyor.
Birçok NCP’nin kararını yayınlamasının ardından belli bir süre öngörerek, bu sürenin sonunda kararın uygulanıp uygulanmadığını takip edeceğini (follow-up) de kararında ifade ettiği görürlüyor. OECD Rehberi, ikinci bölümünde, NCP’lerin arabuluculukla varılan anlaşmaların ve kararlarında yer alan tavsiyelerin uygulanmasını takip etmelerine olanak tanıyor. Bu tür takip faaliyetleri, NCP sürecinin uzun vadeli bir etki yaratmasını ve verdikleri tavsiyeler ile varılan çözümlerin kalıcı olmasını sağlamak açısından çok önemli görülüyor.
Son olarak, bazı NCP’lerin verdikleri kararlarında OECD Rehberi’ne aykırı davranıldığı yönünde tespitleri oluyor. 2023 versiyonuyla birlikte NCP’lerin OECD Rehberi’ndeki standartlarına uyup uymadıklarını belirleme yetkileri açıklığa kavuşturuldu:
“Gerektiğinde ve sorunların çözümü ile ilgili olduğunda, NCP ayrıca, kendi takdirine bağlı olarak, yürürlükteki ulusal yasaların ve vaka prosedürlerinin olanak sağlaması hâlinde, Şirket’in OECD Rehberi’ne uyup uymadığına ilişkin görüşünü nihai açıklamasında belirtebilir. Aynı şekilde, uygun olduğunda, NCP ilgili kamu kurumlarını, tarafların iyi niyetli arabuluculuk çalışmalarına katılımı veya katılımın yokluğu hakkında bilgilendirebilir. Bu konuda atılması amaçlanan veya atılan fiili adımlar hakkında taraflarla şeffaf bir şekilde iletişim kurmalıdır.”
Bundan sonra daha fazla NCP’nin OECD Rehberi’ne uyulup uyulmadığına ilişkin görüşünü kararlarına yansıtması bekleniyor.
Şirket politikalarının değiştirilmesi
NCP’lere yapılan şikâyet başvurularında, en sık, şirketlerin insan hakları ve çevre konusunda gerekli özeni göstermeye yönelik politikalarını geliştirme ve iyileştirme taahhütlerini içeren arabuluculuk anlaşmalarına varıldığı görülüyor.
Şirket politikalarının değiştirilmesi ile sonuçlanan başvuruların ilk örneklerinden biri 2014 yılında küresel süt ürünleri üreticisi Arla Foods aleyhine Danimarka NCP’sine yapılan şikâyet başvurusuydu.
ActionAid Danimarka ve Arla Foods |
Arla Foods, İsveç, Danimarka, Birleşik Krallık, Almanya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda olmak üzere yedi ülkede bulunan onbinden fazla çiftçinin ortaklaşa sahip olduğu dünyanın en büyük 5. süt ürünleri üreticisi. Arla, diğer Avrupalı süt çiftçileriyle birlikte, diğer ürünlerin yanı sıra ucuz süt tozunu uluslararası pazarlara düşük fiyatlarla ihraç etmelerini sağlayan AB sübvansiyonlarını alıyordu. Bu durum, Küresel Güney’deki süt endüstrisini zayıflatıyor ve yerel halkın geçim kaynakları üzerinde olumsuz etkilere yol açıyordu. Danimarkalı STK ActionAid, şikâyet başvurusunda, Arla’nın OECD Rehberi uyarınca faaliyetlerinin yerel paydaşlar üzerindeki olumsuz etkilerinin en aza indirildiğinden emin olmasını sağlayacak durum tespit sürecini uygulamadığı iddia etti.
ActionAid’in yaptığı şikâyet başvurusu, taraflar arasındaki diyaloğun hızlanmasına katkıda bulundu ve şikâyetin sunulmasından sadece 4 ay sonra taraflar, Arla’nın gelişmekte olan ülkelerdeki faaliyetlerinde OECD Rehberi ve BM Rehber İlkeleri dahil uluslararası insan hakları standartlarına uymasını sağlamak üzere bir anlaşmaya vardı.26 Buna göre Arla, küresel faaliyetlerinde proaktif (riski öngörmek suretiyle önceden harekete geçtiği) bir insan hakları politikası uygulamayı ve şirketin faaliyetlerinin insan hakları üzerindeki fiili ve potansiyel olumsuz etkilerini raporlamayı taahhüt etti. Ayrıca, satış ve faaliyetlerinden etkilenebilecek yerel çiftçilerin iş olanakları ve hakları üzerindeki fiili ve potansiyel istenmeyen sonuçların daha sistematik bir şekilde belirlenmesi, önlenmesi ve azaltılması için durum tespit süreci yürüteceğini kabul etti. |
Finance & Trade Watch Avusturya ve diğerleri v. Andritz AG |
Avusturyalı mühendislik devi Andritz, Laos hükümetine Xayaburi barajı için önemli işletme teknolojisi sağlıyordu. Baraj, Aşağı Mekong Nehri üzerinde planlanan 11 hidroelektrik santral projesinin ilkiydi ve sadece Laos değil, Tayland, Kamboçya ve Vietnam’da yüz binlerce insan için ciddi çevresel ve insan hakları riski taşıyordu. Balık göçünü engellemesi, Tayland ve Kamboçya’daki nehir kıyısı balıkçı topluluklarını olumsuz etkilemesi ve sadece Mekong Nehri’nde sadece Mekong dev kedibalığı gibi türlerin yok olmasına neden olması bunlardan bazılarıydı. Baraj ayrıca, besin açısından zengin tortuların, ekolojik olarak hassas ve pirinç tarımının önemli bir merkezi olan Vietnam’ın Mekong Deltası’na sediment akışını da engelleyecekti.
Baraja güç sağlayacak özel yapım parçaların tedariki için Andritz ile 300 milyon dolarlık sözleşme imzalanmıştı. Dolayısıyla, projenin olumsuz etkilerine katkıda bulunuyordu. Finance & Trade Watch Avusturya ve diğer STK’lar, Avusturya NCP’sine yaptıkları şikâyet başvurusunda Andritz’den etki değerlendirmeleri yapmasını, etkileri önlemek ve azaltmak için projenin geliştiricisi ve Laos hükümeti ile işbirliği içinde çalışmasını, gelecekteki projelerindeki zararı önlemek için politikalar benimsemesini ve Xayaburi barajından etkilenen nüfus için etkili bir çözüm sağlamaya yardım etmesini talep ettiler. Avusturya NCP’si başvuruyu kabul edilir bulduktan sonra üç yıllık arabuluculuk süreci başlamıştır. Bu uzayan süreçte, başvuruculardan bazıları süreci takip etmeyi bıraktı, sonunda sadece iki başvurucu kaldı. Taraflar uzun arabuluculuk sürecinde 2017’de bir anlaşmaya vardı.27 Buna göre Andritz, insan hakları ve çevre standartlarının uygulanmasına ilişkin politika ve prosedürler geliştirmeyi kabul etti. Bu kapsamda, şirketin kamuya açık “Davranış Kuralları” da dahil olmak üzere mevcut kurumsal sosyal sorumluluk belgelerini uyarlayacak ve geliştirecekti. Andritz ayrıca, politika geliştirme ve baraj nedeniyle yeniden yerleştirilen/yerleştirilecek toplulukların durumu hakkında anlaşmayı takip eden yıl boyunca başvurucularla görüşmeler yapmaya devam edecekti. Tarafların anlaşmaya varması üzerine Avusturya NCP’si Finance & Trade Watch Avusturya ve diğerleri v. Andritz AG kararını yayınladı. Kararda, Andritz’in barajla ilgili olumsuz etkileri azaltmak veya önlemek için etki gücünü (leverage) kullanmaya devam etmesi, her iki tarafın olumlu diyaloğu sürdürmesi ve şirketin politikalarını birlikte tartışması, Andritz’in uluslararası standartlara uygun olarak durum tespit süreçleri geliştirmesi ve OECD Rehberi’ni daha fazla uygulamaya koyması tavsiye edildi. |
Equitable Cambodia ve Inclusive Development International v. ANZ Banking Group |
2014’te, ANZ bankası tarafından kısmen finanse edilen Phnom Penh Sugar Co. Ltd.’nin (PPS) şeker plantasyonu ve rafinerisine arazi açmak amacıyla zorla yerlerinden edilen ve topraklarına, üretim kaynaklarına ve bazı durumlarda evlerine el konulan 681 aile adına Avusturalya NCP’sine şikâyet başvurusu yapıldı. Başvuruda 2010 ve 2011 yılları arasında gerçekleşen zorla tahliyeler, askeri destekli arazi gaspı ve mahsullerin ve mülklerin tahrip edilmesinin yanı sıra, PPS’nin köylülerin keyfi olarak tutuklanmasına, çocuk işçiliğinin yaygın olarak kullanılmasına ve birçok işçinin ölümüne yol açan tehlikeli çalışma koşullarına da katıldığı iddia edildi. ANZ’nin PPS’ye kredi vermesinden önce durum kamuoyuna yansımıştı ve çeşitli kampanyalarıyla geniş çapta duyurulmuştu. Başvuruyu yapan STK’lar (Equitable Cambodia ve Inclusive Development International), ANZ’nin durum tespit süreci kapsamında PPS’ye kredi vermeyi reddetmesi gerekirken, krediyi vermeye devam ettiği ve bu nedenle PPS’nin yol açtığı olumsuz etkilere katkıda bulunduğunu iddia etti.
Avustralya NCP’si başvuruyu kabul edilebilir buldu ve taraflara arabuluculuk sağladı. Arabuluculuk sürecinde taraflar, tüm tarafları tatmin edecek bir sonuca varılamayacağı konusunda mutabık kaldı. Bunun üzerine Avustralya NCP’si, Equitable Cambodia ve Inclusive Development International v. ANZ Banking Group kararını yayınladı.28 “… Bu vakada, ANZ’nin fiili iş uygulamalarının insan haklarına ilişkin beyan edilen yaklaşımıyla (ve dolayısıyla OECD Rehberi’nin amacıyla) ne ölçüde örtüştüğü konusunda bazı şüpheler vardır. Şikâyette bulunanların da belirttiği gibi, ANZ’nin önceki müşterisi ve projesine ilişkin risklerin varlığına işaret eden kamuya açık bilgiler (2010 yılında) mevcuttu. Bu bilgiler arasında, ANZ’nin şeker rafinerisi ve fabrikasını finanse etmeye başladığı dönemde PPS ile etkilenen topluluk arasında kamuoyuna yansıyan anlaşmazlık da yer almaktadır. Örneğin, 2010 yılı başlarında köylüler projeye karşı protesto gösterileri düzenlemekteydi ve bu anlaşmazlığa sivil toplum temsilcileri de dahil olmuştu. ANZ’nin kendi iç politika ve prosedürleriyle ilgili beyanları ile 2011 yılında PPS’yi müşteri olarak kabul edip iş ilişkisine devam etme kararı arasında tutarlılık kurmak zordur.” (paragraf 37) “Avusturalya NCP’si ANZ’nin, beyan ettiği kurumsal insan hakları standartlarıyla iç uyumu artırmaya yönelik yöntemler geliştirmesini ve bu standartların düzgün şekilde uygulandığını açıkça gösterecek ve böylece OECD Rehberi’nin etkin biçimde uygulanmasını sağlayacak adımlar atmasını tavsiye eder [Tavsiye 1]. Avusturalya NCP’si ANZ’nin, özellikle Avustralya dışındaki bazı gelişmekte olan ülkelerde müşterileriyle olan iş ilişkilerinde yetersiz olan yasal ve yönetişim altyapıları dikkate alındığında, borç verme faaliyetleriyle ilişkili riskleri yönetmek için özen yükümlülüğü düzenlemelerinin (örneğin tarama ve izleme sistemlerinin) uygulanmasını daha da güçlendirmesini tavsiye eder [Tavsiye 2]. Bu adım, ANZ’nin yaşananlardan ders çıkarma gerekliliğine dair Avusturalya NCP’si ile yaptığı yazışmalardaki değerlendirmeleriyle tutarlı olacaktır. Avusturalya NCP’si ANZ’nin, insan haklarına ilişkin kurumsal standartlarının etkin işleyişini desteklemek ve çokuluslu şirketlerin hesap verebilirliğine ilişkin topluluk beklentileriyle tutarlılık sağlamak amacıyla (sonuçların yayımlanması dahil olmak üzere) bir şikâyet çözüm mekanizması kurmasını tavsiye eder [Tavsiye 3].” (paragraf 46–48) |
Gelecekteki etkilerin önlenmesi
Şirket faaliyetlerinden olumsuz etkilenenlere kulak verildiğinde, her zaman faaliyete başlanmamasını veya faaliyetin sona erdirilmesini istemiyorlar. Faaliyetin insan hakları ve çevreye saygı göstererek yapılabileceğine dair yol gösterebiliyorlar. Bu talepleri, NCP şikayetlerinde de yer alıyor. Burada, Aggah topluluğunun yaptığı şikâyete bakacağız. Topluluğun lideri Pastor Evaristus Nicholas’ın gelecekteki etkilerin önlenmesinin nasıl olabileceğine dair görüşlerine web sayfamızdaki videoda kulak verebilirsiniz.29
Egbema Voice of Freedom ve diğerleri v. ENI |
2017’de, Nijerya’nın Rivers eyaletindeki Aggah topluluğu sakinlerinin oluşturduğu bir dernek olan Egbema Voice of Freedom (EVF), İtalyan petrol şirketi Eni S.p.A. ve onun Hollanda’daki bağlı şirketi Eni International BV hakkında İtalya ve Hollanda NCP’lerine şikâyet başvurusu yaptı.
Aggah topluluğu, Eni S.p.A ve Hollanda’daki bağlı şirketinin tamamına sahip olduğu Nigerian Agip Oil Company Ltd (NAOC) tarafından işletilen Mgbede petrol sahasının bitişiğinde yaşıyor. Eni, kuyu başlarını desteklemek için Aggah yakınlarındaki üç noktada 12000 metrelik toprak setler oluşturdu ve bunları birbirine bağlamak için yükseltilmiş yolları inşa etti. Köyün içinden akan doğal akarsuları engelleyen bu yüksek yollar ve setler, kırk yılı aşkın bir süredir Aggah topluluğunun yaşadığı köyde her yıl sel baskınlarına neden oluyor. Sel baskınları hem yerleşim alanlarını hem de tarım arazilerini sular altında bırakıyor. İtalyan NCP’si şikâyeti 2018’de kabul edilebilir buldu ve bağımsız bir arabulucu aracılığıyla arabuluculuk sürecini başlattı. Taraflar Temmuz 2019’da anlaşmaya vardı. Anlaşmaya göre Eni, bir drenaj sistemi yaparak ileride sel baskınlarının oluşmasını önleyecekti.30 |
Yaptırımlar
NCP’ler kendilerine yapılan şikayetlerle ilgili taraflara arabuluculuk sağlayarak tavsiyelerde bulunuyor. Bir yaptırıma karar verme yetkileri bulunmuyor. Ancak bazı NCP’lerin, şirket hakkında yaptırım uygulanmasını tavsiye ettiği durumlar olabiliyor. Bunun önemli bir örneği, Kanada NCP’sinin arabuluculuk sürecine katılmayan şirket karşı bu davranışının yapacağı kamu finansmanı desteği talebinde dikkate alınması tavsiyesi.
Yeri gelmişken belirtirsek, 2023 revizyonu sonrasında OECD Rehberi, şirketlerin iyi niyetli katılımını arabuluculuk süreçlerinin önemli bir unsuru olarak ifade ediyor:
“[Arabuluculuk] süreci, gönüllülük esasına dayalıdır. Bu sürece dâhil olan tüm tarafların, işlemlere iyi niyetli bir şekilde katılması beklenmektedir. Bu bağlamda iyi niyetli katılım, sorulara zamanında yanıt vermeyi, gerektiğinde NCP’nin vaka prosedürleri doğrultusunda gizliliği korumayı, özellikle kamuoyuyla iletişim kurarken sorunları ve süreci yanlış temsil etmekten kaçınmayı, prosedüre dâhil olan taraflara veya NCP’nin kendisine yönelik tehditlerde veya misillemede bulunmaktan kaçınmayı gerektirir. Bu kapsamda NCP tarafından yapılan herhangi bir arabuluculuk teklifinin ciddi bir şekilde dikkate alınması da gerekir. Dolayısıyla iyi niyetli katılım, ortaya çıkan sorunlara OECD Rehberi’e uygun bir çözüm bulmak amacıyla işlemlere iyi niyetli bir şekilde katılmak anlamına gelir.”
Dolayısıyla, NCP’lerin 2023 revizyonu sonrasında şirketlerin iyi niyetli olmayan yaklaşımları daha net bir şekilde ele alması bekleniyor.
Canada Tibet Committee v. China Gold Int. Resources |
29 Mart 2013’te, Tibet’in Siphug köyünde bulunan Gyama Bakır Polimetalik Madeni’nin bir bölümünde meydana gelen toprak kayması sonucu 83 madenci hayatını kaybetti. Madencilerin, çadırlarında uyurken üç kilometre genişliğinde ve otuz metre derinliğinde çamur, kaya ve enkaz yığını altında kaldıkları bildirildi. Madencilerin bulunduğu kamp, tamamı Kanadalı maden şirketi China Gold International Resources’un bağlı şirketi Tibet Huatailong Mining Development Ltd.’ye aitti. Toprak kaymasının ardından Çin hükümeti bunun bir doğal afet olduğunu açıkladı.
Kanadalı STK, Canada Tibet Committee (CTC), Çin hükümetinin açıklamalarının aksine toprak kaymasının doğal afet değil ‘insan eliyle’ gerçekleşen bir felaket olduğunu, bunun belgelendiğini ve şirketin de daha önce yapılan uyarıları ve protestoları gözardı ettiğini belirterek Kanada NCP’sine şikâyet başvurusunda bulundu. China Gold, Kanada NCP’si tarafından sağlanan arabuluculuk sürecine dahil olmayı reddetti. Bunun üzerine Kanada NCP’si, başvuruyu “kabul eden” ve China Gold’un OECD Rehberi ile uyumlu bir şekilde faaliyet gösterdiğini kanıtlayamadığı sonucuna varan kararını yayınladı.31 NCP, Canada Tibet Committee v. China Gold Int. Resources yönünde daha önce benzeri görülmemiş bir adım attı: “… Şirket, NCP’nin arabuluculuk sağlama teklifine yanıt vermediğinden, şirketin NCP sürecine katılmaması, Kanada İhracat Geliştirme Kurumu (EDC) ve/veya Ticaret Komiserliği Servisi finansal hizmetlerinden daha fazla destek talebinde bulunması durumunda, bu taleplerin değerlendirilmesinde dikkate alınacaktır. …” |
Eski çalışanları v. Heineken |
Ekim 2015’te, Hollandalı bira üreticisi Heineken’in Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki kardeş şirketi olan Bralima’nın bir grup eski çalışanları, 2000 yılından bu yana haksız ve yasadışı işten çıkarmaya maruz kaldıkları iddiasıyla Hollanda NCP’sine şikâyette bulundu. Başvurucular, Bralima’nın işçileri kitlesel ve kötü niyetli olarak işten çıkardığını, bazı işçilerin tazminatlarının yanlış hesaplandığını veya ödenmediğini iddia etti. O dönemde Bralima ile yakın işbirliği içinde olan Heineken’in bu durumu bilmesi ve eski çalışanlara daha fazla zarar gelmemesi için etki gücünü (leverage) kullanması gerekiyordu.
Hollanda NCP’si başvuruyu kabul edilebilir buldu ve taraflara arabuluculuk sağladı. Arabuluculuk süreci, tarafların arasındaki anlaşmayı gizli tutmaya karar verdiği uzlaşma ile sonuçlandı. Bunun üzerine yayınladığı Eski çalışanları v. Heineken kararında Hollanda NCP’si kamuoyunu aydınlatma sorumluluğu ile şirket davranışlarını izleme ve iyileştirmeye ilişkin tespitlerde bulundu:32 “[OECD] Rehberi’nin (2000 versiyonu) IV. Bölümü uyarınca, işletmeler çalışanlarına ve onların temsilcilerine, kuruluşun ya da uygun olan durumlarda tüm şirketin performansını doğru ve adil biçimde değerlendirmelerini sağlayacak bilgiler sağlamalıdır. İşletmeler ayrıca, çalışanların geçim kaynakları üzerinde büyük etkileri olabilecek operasyonel değişiklikler hakkında makul bir bildirim süresi de tanımalıdır. NCP, çatışma bölgelerinde faaliyet göstermenin, işletmelerin [OECD] Rehberi’ne uygun hareket etme gerekliliğini daha da artırdığı görüşündedir. İşletmeler, çalışanlara performansları ve geçim kaynaklarını önemli ölçüde etkileyebilecek değişiklikler hakkında şeffaf ve net bilgi sağlamalıdır. Bu sayede, işletmeler alınan kararlar veya yürütülen faaliyetler hakkında bir tartışma gündeme geldiğinde tutumlarını daha net açıklayabilirler. NCP, çalışanlara şeffaflık ve iletişimin, işletmelerin çatışmalı ortamlarla başa çıkma politikalarının bir parçası olması gerektiğini önermektedir. … NCP ayrıca, mevcut veya eski çalışanlar tarafından yapılan şikayetlerin, şirket grubu içinde izlenmesi ve değerlendirilmesini tavsiye etmektedir. Bu, kurumsal yönetişim ilkelerinin ve uygulamalarının grup genelinde hayata geçirilmesinin bir parçasıdır ve Heineken’in “Speak Up” (Çekinmeden Açıkça Söyle) Politikası’nda da tanınmıştır. NCP, Heineken’i iş davranış kurallarını aktif biçimde izlemeye, değerlendirmeye ve geliştirmeye devam etmeye ve bu ilkeleri Heineken Grubu genelinde etkin şekilde yaymaya teşvik etmektedir.” Hollanda NCP’sinin kararını açıklamasının ardından, aynı gün, Olivier van Beemen imzalı habere göre, Heineken eski çalışanlarına 1,1 milyon Euro ödeme yaptı.33 NCP şikayetinin sonucunda verilen maddi tazminat, tarihi bir emsal teşkil ediyor. |
OECD Rehberi’ne aykırı davranılması
NCP’lerin kararları, şikayetçilerin yaşadıkları deneyimlerin ve endişelerinin kamuoyunda doğrulanması yoluyla onlar için bir tür telafi biçimi de olabilir. OECD Watch, NCP’lerin söz konusu şirketin OECD Rehberi’ne uygun davranmadığını ifade ettiği kararların, şirketleri geçmiş davranışlarına bağlı olumsuz etkileri düzeltmeye teşvik edebileceğini ve hatta şirketlerin geçmişteki etkilerinden sorumlu tutulabilmeleri ihtimalini de güçlendirebileceğini paylaşıyor.34 Ancak, NCP’lerin az bir kısmının bu tür kararlar veriyor.
OECD Rehberi’nin 2023 revizyonuyla birlikte artık NCP’ler şirketlerin OECD Rehberi’ndeki standartlarına uymama veya uyma haline ilişkin tespitlerde bulunabilecek. Bu bölümde, 2023 revizyonu öncesinde verilmiş ve Türkiye’yi ilgilendiren bir kararı ele alıyoruz. Hollanda NCP’sinin verdiği bu karar, sadece şirketin OECD Rehberi’ndeki standartlara uymadığını tespit etmekle kalmıyor, başka önemli tespitlerde de bulunuyor.
Fivas ve diğerleri v. Bresser | |
2017’de, Norveçli STK Uluslararası Su Araştırmaları Derneği (Fivas), Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi ve Hasankeyf Matters, Hollandalı mühendislik şirketi Bresser’in Hasankeyf’teki tarihi Zeynel Bey Türbesi’nin taşınmasındaki rolüyle ilgili olarak Hollanda NCP’sine şikâyette bulundu.
Bresser’in bağlı şirketi Bresser Eurasia, tarihi Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı’nın rezervuarı için yer açmak amacıyla burada bulunan Zeynel Bey Türbesi’nin taşınması için yüklenicilerden Er-Bu İnşaat ile sözleşme imzalamıştı. Tarihi Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı’nın yapımı olumsuz etkiler yaratacak ve özellikle de kültür hakkı ihlal edilecekti. Bresser’in yerel halkla anlamlı bir istişare süreci yürütmediği ve Zeynel Bey Türbesi’nin yerinden taşınmasıyla türbenin kültürel miras değerinin bozulduğu iddia edildi. Hollanda NCP’si yaptığı ilk değerlendirmesinde, başvuruyu kısmen incelemeye değer bulduğunu bildirdi. Türkiye’de de bir NCP’nin bulunması nedeniyle, Hollanda NCP’si bu başvurudaki kendi rolünün bir Türk yüklenicinin alt yüklenicisi olan Hollandalı şirketi olan Bresser’in özen yükümlülüğü ilgili inceleme yapma ile sınırlı olduğunu, Ilısu Barajı’nın olumsuz etkileri ile ilgili bir inceleme yapamayacağını ifade etti. Hollanda NCP’sinin sağladığı arabuluculuk süreci tarafların anlaşması ile sonuçlanmadı. Bunun üzerinde Hollanda NCP’si önemli tespitlerde bulunduğu Fivas ve diğerleri v. Bresser kararını açıkladı.35 Kararda yer alan önemli tespitlerden biri Bresser’in OECD Rehberi’ne aykırı davrandığıydı. “NCP, bu olayın Bresser’in – bir [Küçük ve Orta Ölçekli İşletme] olarak – OECD Rehberi’nin beklentilerini tam olarak karşılamadığını ve uygulamada özen yükümlülüğü kriterlerini yerine getirmediğini gösterdiğini gözlemlemektedir.” Ancak bunun yanında, kültür hakkı ve kültürel miras hakkının bir insan hakkı olduğu, Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler’in (KOBİ) de özen yükümlülüğü bulunduğu ve anlamlı istişare yürütülmesinin yapılandırılmış bir süreci gerektirdiği tespitlerinde de bulundu. |
|
Kültür hakkı ve/veya kültürel miras hakkı bir insan hakkıdır | |
Hollanda NCP’si hem Rehber İlkeler’de hem de OECD Rehberi’nde belirtilen, şirket faaliyetlerinin insan haklarının tümü üzerinde etkisi olabileceğinden hareket etti ve kültür hakkının da bir insan hakkı olduğunu tespit etti:
“Şikayet, Bresser’in OECD Rehberi’nin II. Bölümü (Genel Politikalar) ve IV. Bölümü (İnsan Hakları) hükümlerine uymadığı iddiasıyla ilgilidir. OECD Rehberi, insan haklarının ne olduğunu açıkça tanımlamaz. Ancak, OECD Rehberi’nin İnsan Hakları başlığındaki (madde 36’nın açıklayıcı metni) açıklamalar, BM İş Dünyası ve İnsan Hakları için Çerçeve ve BM Rehber İlkeleri ile uyumludur. Rehber İlkeler’in ifadesiyle (madde 12’ye ilişkin açıklayıcı metni), ‘Uluslararası düzeyde tanınan temel insan haklarının bir listesi, (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve bu bildirgeye dayanan uluslararası sözleşmeleri kapsayan) Uluslararası İnsan Hakları Yasası’nda yer almaktadır. Bu belgelerden biri de Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’dir (ICESCR) …’ (ayrıca [OECD] Rehberi madde 39’nın açıklayıcı metnine de bakınız.) ICESCR, madde 15(1) ve (2)’de ‘bu Sözleşmeye taraf devletler, herkesin kültürel yaşama katılma hakkına … sahip olduğunu kabul eder … Taraf devletlerin bu hakkın tam olarak kullanılmasını sağlama yönünde alacakları tedbirler bilim ve kültürün korunması, geliştirilmesi ve yayılması için gerekli olan tedbirleri kapsayacaktır’ denilmektedir. Ayrıca, 2003 tarihli Kültürel Mirasın Kasten Tahrip Edilmesi Konusunda UNESCO Bildirgesi de önemlidir. Bu bildirge, tarihi binalara atıfta bulunarak, ‘kültürel mirasın, toplulukların, grupların ve bireylerin kültürel kimliğinin ve sosyal bütünlüğün önemli bir unsuru olduğunu ve bu nedenle kasıtlı yok edilmesinin insan onuru ve insan hakları üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabileceğini’ belirtmektedir. Bugüne kadar, kültürel haklar insan hakkı olarak hiçbir NCP prosedürünün konusu olmamıştır. Ancak, yukarıda belirtilenlere dayanarak NCP, kültür hakkının ve/veya kültürel mirasın korunması hakkının OECD Rehberi çerçevesinde bir insan hakkı olarak değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.” |
|
Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler’in (KOBİ) de özen yükümlülüğü vardır | |
Hollanda NCP’si hem Rehber İlkeler’in hem de OECD Rehberi’nin büyüklüğü, sektörü, konumu veya yapısı fark etmeksizin tüm şirketlere uygulanmasından hareket etti ve şikâyet edilen şirketin küçük ve orta ölçekli işletme (KOBİ) olmasının özen yükümlülüğünü ortadan kaldırmayacağını tespit etti:
“… [OECD] Rehberi’nin I. Bölümü (Kavramlar ve Esaslar), madde 6 kapsamında, küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyük işletmelerle aynı kapasitelere sahip olmayabileceğini kabul etmekle birlikte, KOBİ’lerin [OECD] Rehberi’nin tavsiyelerine mümkün olan en üst düzeyde uymalarının teşvik edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu, risk temelli durum tespit sürecinin yerine getirilmesini de kapsamaktadır (II. Bölüm, madde 10). Durum tespit sürecinin niteliği ve kapsamı, belirli bir durumun koşullarına ve diğer taraftan risklerin ciddiyetine bağlıdır. Bu da, işletmenin büyüklüğünün özen yükümlülüğü/durum tespit süreci yürütme sorumluluğunu etkilemediği, ancak bu yükümlülüğün nasıl yerine getirileceğini etkileyebileceği anlamına gelir.” |
|
Anlamlı istişare yürütülmesi için yapılandırılmış bir süreç gerekir | |
Hollanda NCP’si, şirketin verdiği yanıtlardan hareketle, yerel topluluklarla anlamlı istişare süreci yürütmenin yerel bir çalışan istihdam etmenin ötesinde bir çaba gerektirdiğini tespit etti:
“[OECD] Rehberi’nin II. Bölümü’ndeki 14. Maddeye göre, işletmeler, projelerin planlanması ve karar alma süreçlerinde ilgili paydaşların görüşlerinin dikkate alınmasını sağlayacak anlamlı fırsatlar yaratmak amacıyla bu paydaşlarla etkileşime geçmelidir. Bu da, işletmenin uygun bir durum tespit süreci yoluyla, paydaşların proje geliştirme süreçlerine katılmaları için yeterli fırsat sağlayacak prosedürlerin mevcut olmasını temin etmesi gerektiği anlamına gelir. NCP, şirketin büyüklüğü ve alt yüklenici konumu göz önünde bulundurulduğunda, Bresser’in Hasankeyf halkının durumunu anlamaya yönelik bir miktar özen yükümlülüğü çabası gösterdiği sonucuna varmaktadır. Bresser’e göre, üst düzey yöneticilerden oluşan Bresser personeli, yerinde bilgi toplamak üzere, Türkçe konuşan bir Bresser çalışanının desteğiyle yerel halkla gayriresmî görüşmeler yapmıştır. Bresser, o dönemde, türbenin yeniden yerleştirilmesi projesine karşı yerel halktan bir direnç olduğuna dair herhangi bir bilgi almadığını belirtmiştir. NCP, Bresser’in bir projeye başlamadan önce yerel halkla görüşmelerde daha yapılandırılmış bir yaklaşım benimsemesini önermektedir. NCP, Bresser’in ana yüklenici ve/veya DSİ ile olan temaslarında, türbenin taşınmasına ilişkin projede sahip olduğu teknik bilgi ve deneyim nedeniyle sahip olduğu etki gücünü kullanarak, tüm ilgili paydaşlarla – yerel topluluk da dahil olmak üzere – gerçekten anlamlı bir paydaş istişaresinin yapılıp yapılmadığını öğrenmesi gerektiği görüşündedir. Bresser’e göre, şikayetçilerden gelen mektuplar hakkında ana yükleniciyi bilgilendirmiş ve yükleniciye geçmişte hangi paydaş istişarelerinin yapıldığını sormuştur. Ancak NCP, Bresser’in ana yüklenici ve/veya DSİ ile birlikte, paydaşların proje geliştirme ve uygulama süreçlerine katılımı için yeterli fırsat sağlayacak prosedürlerin mevcut olup olmadığını daha dikkatli şekilde temin etmesi gerektiği kanaatindedir.” |
Kalkınma finansmanı kuruluşları bünyesindeki mekanizmalar
Kalkınma finansmanı kuruluşları (Development Finance Institutions – DFI), asıl amaçları sürdürülebilir ekonomik büyümeyi teşvik etmek olan ve kamu ve/veya özel sektör projelerine finansman sağlayan kurumlar. DFI’ler bünyesinde oluşturulmuş olan şikâyet mekanizmaları, finanse edilen kamu ve özel sektör projelerinden olumsuz etkilenen bireyler ve topluluklardan şikayetleri alıyor.
Bu bölümde, Türkiye’deki kamu ve özel sektör projelerine finansman sağlayan başlıca DFI’lerin şikâyet mekanizmalarını ele alıyoruz.
▼ Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası
Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (International Bank for Reconstruction and Development – IBRD) 1944 yılında Bretton Woods Anlaşması kapsamında Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund – IMF) ile birlikte kuruldu. IBRD, Dünya Bankası’nın ana borç veren kuruluşu.
IBRD tarafından desteklenen projelerden olumsuz etkilenen veya etkilenebileceğine dair endişeleri olan STK’lar, işçiler, topluluklar ve bireyler Dünya Bankası Teftiş Paneli (World Bank Inspection Panel) sürecini36 kullanarak şikâyetlerini iletebilir.
▼ Uluslararası Finans Kurumu ve Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı
Uluslararası Finans Kurumu (International Finance Corporation – IFC) 1956 yılında Dünya Bankası Grubu’nun özel sektör kolu olarak kuruldu. Gelişmekte olan ülkelerde özel sektörün gelişimini teşvik etmek üzere finansman sağlıyor. Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı (Multilateral Investment Guarantee Agency – MIGA) ise 1988 yılında Dünya Bankası Grubu bünyesinde kuruldu. Gelişmekte olan ülkelerde yapılacak olan yabancı yatırımlara finansman sağlıyor.
IFC veya MIGA tarafından desteklenen projelerden olumsuz etkilenen topluluklar ve bireyler, Uyum Danışmanı/Ombudsmanı (Compliance Advisor Ombudsman – CAO) sürecini37 kullanarak şikayetlerini iletebilir.
▼ Avrupa Yatırım Bankası
Avrupa Yatırım Bankası (European Investment Bank – EIB) AB üye devletlerince 1958 yılında Roma Antlaşması ile kuruldu. AB ve çevresinde büyüme, istihdam, ekonomik ve sosyal yakınsama, çevrenin sürdürülebilirliği konularındaki projelere finansman sağlıyor.
EIB tarafından desteklenen projelerden olumsuz etkilenen bireyler, Şikâyet Mekanizması (Complaints Mechanism – CM) sürecini38 kullanarak şikayetlerini iletebilir.
▼ Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası
Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (European Bank for Reconstruction and Development – EBRD) 1991 yılında kurulan çok-taraflı uluslararası finans kurumu. Piyasa odaklı ekonomiler ve özel sektör ile girişimciliğin teşviki amacıyla özel sektöre finansman sağlıyor.
EBRD tarafından desteklenen projelerden olumsuz etkilenen STK’lar ve bireyler, Bağımsız Proje Hesap Verebilirlik Mekanizması (Independent Project Accountability Mechanism – IPAM) sürecini39 kullanarak şikayetlerini iletebilir.
▼ Asya Kalkınma Bankası
Asya Kalkınma Bankası (Asian Development Bank – ADB) 1966’da kurulan bölgesel kalkınma bankası. Asya Pasifik bölgesindeki gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve sosyal kalkınması için kamu ve özel sektöre finansman sağlıyor.
ADB tarafından desteklenen projelerden olumsuz etkilenen kişiler, Hesap Verebilirlik Mekanizması (Accountability Mechanism – AM) sürecini40 kullanarak şikayetlerini iletebilir.
Sektörel girişimlerin şikâyet mekanizmaları
Aynı sektörde yer alan şirketleri ve diğer paydaşların bir araya gelerek ortak hedefler belirlediği, sektör düzeyinde insan hakları ve çevreye saygılı iş yapma kültürünü teşvik etmek üzere ilkeler belirlediği sektörel ve çokpaydaşlı girişimler bulunuyor. Palmiye yağı ürünlerinin kullanımı ile yerel halk ve çevre üzerindeki etkileri konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan Sürdürülebilir Palmiye Yağı Yuvarlak Masası (Roundtable on Sustainable Palm Oil – RSPO), hazır giyim sektöründe işçi koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan Adil Giyim Vakfı (Fair Wear Foundation) veya şeker kamışının sürdürülebilir bir şekilde tedarik edilmesini amaçlayan Bonsucro bu girişimlere örnek olarak gösterilebilir.
Bu girişimler, benimsedikleri standartların girişime dahil olan şirketler tarafından ihlali durumunda şikayetleri ele almak için şikâyet mekanizmaları geliştirmiştir.
Sonnotlar
- El Kitabı için bkz. https://mekandaadalet.org/haklari-ve-hak-sahiplerini-ciddiye-almak/
- David J. Karp (2023), “Business and Human Rights in a ChangingWorld Order: Beyond the Ethics of Disembedded Liberalism”, Business and Human Rights Journal, 8(2), 135–150.
- Corporate Human Rights Benchmark (2024), Corporate Human Rights Benchmark 2023: Insights Report,https://assets.worldbenchmarkingalliance.org/app/uploads/2024/03/2023_Corporate_Human_Rights_Benchmark__Insights_Report_13Mar2024.pdf
- Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) yargı organı olan Uluslararası Daimî Adalet Divanı (Permanent Court of Justice), Birleşmiş Milletler’in (United Nations) kurulmasıyla birlikte feshedildi. Bugün Uluslararası Adalet Divanı (International Court of Justice) olarak faaliyet gösteriyor.
- BM (16 Aralık 2005), Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun Ağır İhlalleri ve Uluslararası İnsancıl Hukukun Ciddi İhlalleri İçin Mağdurların Çözüm ve Telafi Haklarına Dair Temel İlkeler ve Esaslar, Genel Kurul’un 60/147 sayılı Kararı.
- a.g.m, para.18
- Chandler v. Cape plc kararı için bkz. https://www.bailii.org/ew/cases/EWCA/Civ/2012/525.html
- https://supremecourt.uk/uploads/uksc_2017_0185_judgment_ee7cbbdb9f.pdf
- Okpabi v. Royal Dutch Shell plc kararı için bkz. https://supremecourt.uk/uploads/uksc_2018_0068_judgment_fd7f555f07.pdf
- Dört Nijeryalı Çiftçi ve Milieudefensie v. Shell kararı için bkz. https://uitspraken.rechtspraak.nl/details?id=ECLI:NL:GHDHA:2021:1825
- Vereniging Milieudefensie v. Royal Dutch Shell Plc kararı için bkz. https://uitspraken.rechtspraak.nl/details?id=ECLI:NL:RBDHA:2021:5339&showbutton=true#_82ff61bc-e5a8-4d6e-9519-b7e36b84389e
- Hollanda Temyiz Mahkemesi’nin kararı için bkz. https://uitspraken.rechtspraak.nl/details?id=ECLI:NL:GHDHA:2024:2100
- Choc v. Hudbay Minerals Inc. kararı için bkz. http://www.europeanrights.eu/public/provvedimenti/Ontario.pdf
- Basın açıklaması için bkz. https://chocversushudbay.ca/
- Nevsun Resources Ltd. v. Araya kararı için bkz. https://decisions.scc-csc.ca/scc-csc/scc-csc/en/18169/1/document.do
- NCP Birleşik Krallık, RAID v. Binani, https://www.oecdwatch.org/complaint/raid-vs-binani/
- Bu bölümde yer verilen NCP kararlarının belirlenmesinde OECD Watch’ın veritabanından yararlanılmıştır. Veritabanı için bkz. https://www.oecdwatch.org/complaints-database/ Başvuru özetleri de veritabanındaki açıklamalardan derlenmiştir.
- NCP Birleşik Krallık (22 Ekim 2022), Cameroon communities v. Victoria Oil and Gas,https://www.oecdwatch.org/complaint/cameroon-communities-vs-victoria-oil-and-gas/. Bu kararda Birleşik Krallık NCP’si ayrıca, şirketin, hedef belirleme ve emisyon azaltma stratejilerinin geliştirilmesi de dahil olmak üzere kurumsal çevre performansını iyileştirme çabaları açısından OECD Rehberi’ne tam olarak uymadığını ve faaliyetlerinden kaynaklanan ve yerel toplumu etkileyebilecek ciddi çevre ve sağlık zararlarını ele almak için bir acil durum planının olmadığını tespit etti.
- NCP Hollanda (18 Eylül 2013), Lok Shakti Abhiyan, KTNC Watch, Fair Green ve Global Alliance, Forum for Environment ve Development v. ABP/APG, https://www.oecdwatch.org/complaint/lok-shakti-abhiyan-et-al-vs-abp/
- NCP Norveç (27 Mayıs 2013), Lok Shakti Abhiyan, KTNC Watch, Fair Green ve Global Alliance, Forum for Environment ve Development v. NBIM, https://www.oecdwatch.org/complaint/lok-shakti-abhiyan-et-al-vs-government-pension-fund-global/
- NCP Hollanda (7 Nisan 2022), Milieudefensie ve diğerleri v. ING, https://www.oecdwatch.org/complaint/milieudefensie-et-al-vs-ing/
- NCP Hollanda (19 Nisan 2019), Oxfam Novib, Greenpeace Netherlands, BankTrack ve Friends of the Earth Netherlands (Milieudefensie) v. ING Bank, https://www.oecdwatch.org/complaint/dutch-ngos-vs-ing-bank/
- NCP Polonya (26 Temmuz 2019), Development Yes—Open Pit Mines No! Foundation v. Group PZU S.A, https://www.oecdwatch.org/complaint/development-yes-open-pit-mines-no-vs-group-pzu-s-a/
- NCP Hollanda (15 Ocak 2016), Friends of Earth v. Rabobank, https://www.oecdwatch.org/complaint/friends-of-the-earth-vs-rabobank/
- NCP Avustralya (2 Ağustos 2023), Publish What You Pay Avustralya ve 245 Myanmarlı STK v. Myanmar Metals, https://www.oecdwatch.org/complaint/publish-what-you-pay-australia-and-254-myanmar-csos-vs-myanmar-metals/
- ActionAid Danimarka ve Arla Foods (26 Eylül 2014), https://www.oecdwatch.org/complaint/action-aid-denmark-vs-arla-foods/
- Finance & Trade Watch Avusturya ve diğerleri v. Andritz AG (27 Haziran 2017), https://www.oecdwatch.org/complaint/finance-trade-watch-austria-et-al-vs-andritz-ag/
- NCP Avusturalya (27 Haziran 2018), Equitable Cambodia ve Inclusive Development International v. ANZ Banking Group, https://www.oecdwatch.org/complaint/ec-and-idi-vs-australia-and-new-zealand-banking-group/
- Video için bkz. https://mekandaadalet.org/haklari-ve-hak-sahiplerini-ciddiye-almak/
- Egbema Voice of Freedom ve diğerleri v. ENI (8 Temmuz 2019), https://www.oecdwatch.org/complaint/egbema-voice-of-freedom-et-al-vs-eni/
- NCP Kanada (1 Nisan 2015), Canada Tibet Committee v. China Gold Int. Resources, https://www.oecdwatch.org/complaint/canada-tibet-committee-vs-china-gold-int-resources/
- NCP Hollanda (18 Ağustos 2017), Eski çalışanları v. Heineken, https://www.oecdwatch.org/complaint/former-employees-vs-heineken/
- NRC (18 Ağustos 2017). “Heineken betaalt Congolezen na klacht mensenrechtenschending”, https://www.nrc.nl/nieuws/2017/08/18/heineken-betaalt-congolezen-na-klacht-12563201-a1570284
- OECD Watch (2023). State of Remedy 2022, https://www.oecdwatch.org/state-of-remedy-2022/
- NCP Hollanda (20 Ağustos 2018), Fivas ve diğerleri v. Bresser, https://www.oecdwatch.org/complaint/fivas-et-al-vs-bresser/
- https://www.inspectionpanel.org/how-to-file-complaint
- https://www.cao-ombudsman.org/sites/default/files/CAO%20Policy%20Layout/CAO-Policy-ENG.pdf
- https://www.eib.org/attachments/strategies/complaints_mechanism_flyer_tr.pdf
- https://www.ebrd.com/home/what-we-do/projects/independent-project-accountability-mechanism.html
- https://www.adb.org/who-we-are/accountability-mechanism
VİDEO ÇALIŞMALAR
Hakları ve Hak Sahiplerini
Ciddiye Almak #1
Aggah topluluğu lideri Pastor Evaristus Nicholas’la maruz kaldıkları ihlalleri ve onlar için kalıcı çözümü konuştuk.
Videoyu izlemek için ➔
Hakları ve Hak Sahiplerini
Ciddiye Almak #2
OECD Rehberi’ni ve bu rehbere uyumu denetleyen şikayet mekanizmasının nasıl işlediğini, şirketlerin insan hakları ihlalleri ve çevresel etkilerinden sorumlu tutulması için OECD Rehberi’nin kullanılmasında sivil toplumu destekleyen OECD Watch’tan Marian Ingrams ile konuştuk.
Videoyu izlemek için ➔
Hakları ve Hak Sahiplerini
Ciddiye Almak #3
Öncelikli amaçları ihlallere maruz kalanların sesinin Kanada’da ve dünyada yankılanmasını sağlamak olan MiningWatch Canada’dan Jamie Kneen ile konuştuk.
Videoyu izlemek için ➔
Kişisel veri saklama ve koruma politikamız
HABERLER
- Yönetim Kurulu Değişikliği19 Eylül 2024
İletişim
Kemankeş Karamustafapaşa Mah. Halil Paşa Sok. Ömer Abed Han No: 2/416 Beyoğlu 34425 İstanbul