Kenger Otu
Gazeteci Ayşe Adanalı, Van’da Afgan bir ailenin göçmenlik deneyimini aktarıyor.
Kenger, papatyagiller familyasından dikenli bir otsu bitki türü. Halk arasında daha popüler ismi “devedikeni”. Dağların sarp kayalık kısımlarında, kırların özellikle yüksek yerlerinde kendi kendine yetişiyor. Çok zorlu şartlarda ayakta kalabilen bu bitki aşırı sıcaklarda terlemesini azaltmak için yapraklarını dikene dönüştürüyor. Suyla az buluşabildiği için gövdesini sertleştiriyor ve bu sebeple dimdik ayakta duruyor.
Kenger bakım gerektirmeyen mezar bitkileri listesinde yok. Bol dikenli yapısıyla ziyarete gelenlere nahoş durumlar yaşatabileceğinden normal olsa gerek. Ama işte eğer Van’daki kimsesizler mezarlığında, yani kent kabristanının ucunda bir yerlerde kendisine yer bulmuş bir göçmenseniz, üstünüzde dimdik ayakta duran kengerler kök salıyor.
Bu mezarlıkta genelde Afganlar var. Bunu mezar taşlarına bakarak kolayca anlıyorsunuz, yanılma payınız sıfır. Zira mezar taşında sadece el yazısıyla “Afgan” yazıyor. Bazısında ‘-n’ler aynı hizaya sığmadığı için alt satıra kaymış. Tahminde zorlanacaklarınız da var tabii: “Van Gölü Buluntu”, “Van Gölü Kemik”, “Bitlis’ten Gelen”, “Adliyeden Alınma” ya da sadece binli hanelerden bir numara. Bir mezar taşında ‘Karpuz Alan’ gibi bir şey okudum ama onun göçmen olup olmadığına emin olamadım açıkçası.
Ülkelerini terk edip İran sınırı üzerinden Türkiye’ye geçmeye karar veren göçmenler nasıl zorlu bir yolculuğa çıktıklarının gayet farkında. Hem coğrafi hem sınırdaki geçiş zorluklarını zaten biliyor büyük çoğunluğu. Geçenler geçmeyenlere anlatıyor. Mevzu ölüm kalım olunca veriliyor bu karar. Kalmak ölüme daha yakın olduğunda seçim gitmek oluyor. Gitmek ölüm de olabiliyor, kalım da.
Samir ve ailesi mesela. Yıllardır Taliban zulmünü yaşamışlar. Öyle ki bombalı saldırıda bir çocuğu kolunu kaybetmiş, diğeri gözlerini. Çocuklar küçücük; 2 ila 12 yaş aralığında. Yine de onca yıl direnmişler. Türkiye’ye yaklaşık iki hafta önce gelmişler.
Buluşmak için saklandıkları yere çağırdı Samir. Gece geç bir saatte buluştuk. “Lütfen dikkatli ol, geldiğini kimse görmesin” dedi telefonda. Büyük bir risk aldı çünkü. Yerleri ifşa olursa en iyi ihtimalle geri gönderme merkezine yollanırlar. Türkiye, Afganistan’daki durum netleşene kadar geri göndermeleri durdurduğunu açıklasa da, belirtilen “netlik” kavramı “kime göre, neye göre”nin ötesinde bir anlam taşıyacak mı? Sonuçta Samir konuşmak istedi. Sesini duyurma isteği, var olduklarına dair bir iz bırakma çabası bu şartlar altında bile diğer risklerin önüne geçmiş gibi geldi bana.
Samir’in Afganistan’daki ağabeyi ve kuzeni ailesini Türkiye’ye, oradan da akrabalarının olduğu Almanya’ya geçirmesi gerektiğini anlatmış. “Başka şansımızın kalmadığını anlamak çok da zor değildi” diyor Samir. Ağabeyi ülkeyi terk edemeden öldürülüyor. Samir onun ailesini de alıp yola çıkıyor. Kuzeni de havalimanında öldürülenler arasında. Samir hıçkırarak ağlamaya başlıyor bunları anlatırken. Fitilli, koyu kahverengi kadife pantolonunun cebinden telefonunu çıkarıp kuzeninin son fotoğraflarını gösteriyor. Birkaçı havalimanından. Son telefon görüşmesini de oradan yapmış.
Bir caddenin bir sokağındaki bir apartmanın bir katındaki bu küçük evde on iki kişi kalıyorlar. Bulunduğumuz oda bomboş. Yerde bir halı ve duvar önlerinde üç ince minder var sadece. Bir de küçücük bir pencere.
Kaçakçılık piyasasında fiyatlar kişi başı 1000 dolardan açılıyor şu aralar. Biraz şanslıysan ailedeki küçük çocuklara indirimli fiyat veriliyor. Yolculuğun büyük çoğunluğunda çıt çıkmaması gerekiyor. Samir bu konuda çok zorlanmış. Ara sıra bizim de yanımıza gelen iki yaşındaki oğlu çok ağlamış yol boyu. Bir noktada onları götüren kaçakçı “ya çocuğu sustur ya da burada bırak” demiş. Günlerdir aç, yorgun ve huzursuz olan bir çocuk nasıl susturulur” bilmiyorum. Ama Samir son çare olarak eliyle çocuğun ağzını sıkı sıkı kapamış. Öyle ki boğulacağından çok korkmuş: “O kadar olay yaşadık ama o anda çok çaresiz hissettim. Kendimi şöyle düşünürken buldum: burada asla bırakmam, boğulursa da yanımda ölür. Diğer çocukları yaşatmış olacağım.” Yerde duran telefonla oynayan küçüğü kucağına alıp kafasından öpüyor Samir.
Şimdi bu evden dışarı çıkamıyorlar. Geçen gün çocuklardan biri çok hastalanmış. Diğer Afganlarla kurdukları iletişim ağına bazı Türkçe kelimeleri sormuş; hastane, ilaç, eczane gibi. Sonra dışarı çıkmayı denemiş. Ancak ilacı almayı başaramamış.
Türkiye’de istenmiyorlar. Samir bunu biliyor. Korktukları sadece güvenlik güçleri değil, mülteci konusunun halk arasında da giderek daha hassaslaştığının çok bilincinde Samir:
Biz önümüzdeki onlarca seçenek arasından birini seçip Türkiye’ye gelmedik. Biz hayatta kalmak için tek şansımızı kullandık. O da bize garantiyle sunulmadı emin olun. Eğer bu kadar istemiyorlarsa gelmemizi, Türkiye, Avrupa.. o zaman Taliban’a en başından izin vermeselerdi.
Evdeki çocuklarla biraz vakit geçiriyorum. Hepsi iletişime o kadar açık ki dil bilmeden anlaşıyoruz bir şekilde. Birkaç basit oyunla bile gülmeye, yeniden çocuk olmaya hazırlar; saç örmece, halı üstünde telefonlarla araba yarışı, boş bisküvi paketini bir lira ile parlatma oyunu…
Samir’inkinin yanında lafı bile olmaz ama çaresizlik hissediyorum. Çünkü cevabına ulaşamayacağım bir soru sürekli kafamda; peki ya sonra? Oysa o günün sabahında, mezarlıkta kengerlerin dikenleri arasında dolaşırken kafamdaki soru bu hayatların öncesine dairdi. Nasıl hayatlar burada, bu şekilde son bulmuştu. Okuyoruz, dinliyoruz, görüyoruz. “Nasıl”ına dair az çok bir fikri oluyor insanın. “Peki ya sonra” ise şimdilik sadece çaresizlik hissini körüklüyor.