MADpodcast:
Enerji Yoksulluğu 101
Prof. Dr. Seyhan Erdoğdu
Enerji yoksulluğu son dönemde hem Türkiye’de hem de dünyada çok konuşulan gündemlerden biri haline geldi. Tarifelerin yükselmesine dair öngörülerin de artmasıyla birlikte enerji yoksulluğu kavramı yurttaşların gündelik kaygıları arasına girdi. Bu bağlamda konuyla ilgili farkındalık ve görünürlüğü artırmak için Mekanda Adalet Derneği olarak Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği işbirliğiyle yürüttüğümüz Türkiye’de enerji yoksulluğuna odaklanan projemiz kapsamında uzmanların görüşlerini merkeze alan 3 podcast ürettik.
MADpodcast Serbest Dalış programı kapsamında hazırladığımız bu seride enerji yoksulluğunu ele aldık. İlk bölümde Profesör Doktor Seyhan Erdoğdu ile birlikte enerji yoksulluğunun ne olduğuna dair konuştuk. Bu kapsamda enerji yoksu/n/luğu ile enerji yoksu/l/luğu arasındaki farkı ele aldık, enerji yoksulluğuna sebep olan faktörleri inceledik ve enerji yoksulluğuna ilişkin ölçüm yöntemlerini gözden geçirdik.
Podcast kaydını Spotify’da dinleyebilir, deşifresini aşağıda okuyabilirsiniz.
Yağız Eren Abanus:
Merhaba, ben Mekan Adalet Derneği’nden Yağız. MADpodcast’in Serbest Dalış programına hoş geldiniz. Bu programda bir mekansal gündemi alanın uzmanlarıyla derinlemesine ele alıyoruz. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği işbirliği ile enerji yoksulluğu hakkında yürüttüğümüz proje kapsamında hazırladığımız bu bölümde enerji yoksulluğunun ne olduğuna ve Türkiye’deki görünümlerine dair giriş niteliğinde bir söyleşi yapacağız.
Konuğum Seyhan Erdoğdu. Sorularıma geçmeden önce kısaca kendisini tanıtmak isterim. ODTÜ Ekonomi ve İstatistik bölümü mezunu olan Erdoğdu, yüksek lisansını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde ve doktorasını Ankara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünde tamamladı. ODTÜ, Ankara ve Bilkent üniversitelerinde akademisyenlik yaptı. Akademik kimliğinin yanı sıra özellikle sendikal harekette olmak üzere farklı toplumsal mücadele alanlarında bilgi üretimine, yaygınlaştırılmasına ve savunuculuğa hem ulusal hem de uluslararası olarak katkıda bulundu. Kendisinin sendikacılık, çalışan yoksulluğu, güvensiz çalışma, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, emek göçü ve kadın emeği konularında araştırma ve yayınları bulunmaktadır. Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin faaliyetlerine katkı vermeye devam etmektedir. Mülkiyeliler Birliği, Türk Sosyal Bilimler Derneği, Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği, Türkiye Barolar Birliği Emek Komisyonu ve Kadın Emeği Çalışan Feminist Araştırmacılar Grubu üyesidir.
Hocam, çok teşekkürler davetimizi kabul ettiğiniz için. Hoş geldiniz.
Seyhan Erdoğdu:
Hoş bulduk.
Y.E.A.: Fazla vakit kaybetmeden hızlıca sorulara geçmek istiyorum. Sizin yazılarınıza baktığımızda enerji yoksulluğunu üç husus üzerinden açıkladığınızı görüyoruz. Bunlardan bir tanesi enerji yoksunluğu ve enerji yoksulluğu arasındaki tarihsel fark, bir diğeri bu enerji yoksulluğunu etkileyen faktörler, sonuncusu da enerji yoksulluğunu ölçmeye dair yöntemler. Genel olarak bunları görebildik. Bu farklı hususların bu konuyu açıklamakta faydalı olabileceğini düşünüyoruz. O yüzden dinleyiciler açısından da kolay olması adına size ilk sorum: Enerji yoksulluğu nedir ve nasıl açıklanır?
S.E.: Evet, gerçekten kavramsal yaklaşmak önemli çünkü enerji yoksulluğu özellikle elektrik yoksulluğu ve yakıt yoksulluğu olarak 2000’li yılların ilk 10 yılında ağırlık kazandı ve en erken de 1990’lı yıllarda Avrupa’da, özellikle İngiltere’de gündeme geldi. Enerji yoksulluğundan farklı olarak bir de enerji yoksunluğu kavramı var. Gelişmekte olan ülkelerde halkın bir kesiminin çağdaş enerji ürünlerine erişememesi, bu hizmetleri kullanım olanağına fiziki olarak sahip olamaması haline enerji yoksunluğu diyoruz. Yoksunluk fiziki olarak enerji hizmetlerine erişememe, bu hizmetlerin bulunamaması ve bu anlamda da günümüzde de gelişmekte olan ülkelere özgü bir sorun olarak görülüyor.
1970’li yıllarda, enerji yoksulluğu gündeme gelmeden önce fiziki olarak enerjiye erişememe hali, enerji yoksunluğu hali, akademik gündemde, politika belgelerinde, Birleşmiş Milletler kuruluşlarının gündemlerinde tartışılıyordu. Dolayısıyla bu dönemde bazen enerji yoksunluğuna enerji yoksulluğu da deniyordu, aralarında belirli bir ayrım yapılmıyordu. Gelişmekte olan ülkelerdeki enerji yoksunluğunun nedenleri, enerji yoksulluğunun nedenlerinden farklıdır. Enerji yoksunluğunun arkasındaki nedenler daha çok yetersiz kalkınma sorunu ve gelişmekte olan bazı ülkelerde de işlevsel olmayan kurumlar olarak tartışılıyordu. Enerji yoksunluğu yani enerjiye erişememe hali toplumdaki eşitsizlikleri artırdığı için, genel olarak ekonomik kalkınma üzerinde olumsuz etkiler yarattığı için çözüm daha çok modern enerji yakıtlarına geçiş, bunun için elektrik şebekesinin genişletilmesi ve son dönemlerde de mikro ölçekli yenilenebilir enerji kaynaklarına destekte aranmıştır. Bir bakıma arz yönlü bir sorun, yani enerji altyapısının yetersizliği, yatırım ihtiyacı, bir anlamda disiplinler arası kalkınma çalışmalarının konusuydu.
Dünya Bankası politikalarında da güneydeki enerji yoksunluğu, ara sıra “yoksulluk” olarak adlandırılsa da, biz terminolojik olarak farkı görebilmek adına “yoksunluk” üzerinde ısrar etmeliyiz. Başta Dünya Bankası olmak üzere, Birleşmiş Milletler çatısı altındaki çeşitli kuruluşların programlarında bu konu yer aldı ve halen de yer alıyor. Çünkü günümüzde dünyanın birçok yerinde, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ya da Güney ülkelerinde, geniş kitleler enerji yoksunluğu yaşıyor. 2030 yılında dünya nüfusunun %8’ini oluşturan 650 milyon kişinin hala elektriksiz yaşamaya devam edeceği öngörülüyor.
Enerji yoksunluğunun bir diğer biçimi de temiz yakıtlara ve pişirme teknolojilerine erişememektir. Bu bağlamda, dünyada yaklaşık 2 milyardan fazla insanın temiz yakıtlara ve pişirme teknolojilerine erişimi yok. Türkiye’ye baktığımızda, enerji yoksunluğu açısından artık elektrik yoksunluğunun olmadığını söyleyebiliriz. 1970’li yıllarda Türkiye’de elektrik enerjisinin köylere kadar ulaştırılması tartışılıyordu, ancak artık böyle bir durum söz konusu değil; Türkiye bir elektrik yoksunluğu yaşamıyor. Ancak temiz yakıt ve pişirme teknolojileri açısından, Türkiye dünya genelinde tam erişimin sağlandığı, yani yoksunluğun tamamen ortadan kalktığı ülkeler arasında değil. Yine de bu, nüfusun küçük bir bölümünü etkileyen bir sorun.
Biz, enerji yoksunluğu değil, daha çok Batı ülkeleri, özellikle Avrupa Birliği ülkeleri gibi enerji yoksulluğundan muzdarip bir ülkeyiz. Bu farkı şöyle açıklayayım: 1990’lı yıllardan beri bu ayrım gündemde. Enerjiye erişim ya da altyapı sorunu yok, fiziki olarak erişim sağlanabiliyor. Ancak, mevcut gelir düzeyiyle enerjiyi karşılayamama, yani satın alamama sorunu var. Bu da “enerji yoksulluğu” terimiyle ifade ediliyor. İlk defa 1990’lı yıllarda İngiltere ve İrlanda’da yakıt yoksulluğu olarak ortaya çıktı. Hatta evlerinde soğuktan donarak ölen yaşlılar basında yer buldu. Daha sonra bu sorun, Avrupa’nın diğer ülkelerinde, Kuzey Amerika’da, Japonya’da, Güney Kore’de ve Avustralya’da da gündeme geldi. “Enerji yoksulluğu” kavramı, mevcut gelir düzeyiyle enerji fiyatlarının karşılanamaması anlamına geliyor ve bu konuyla ilgili yoğun bilimsel ve politik tartışmalar başladı.
“Enerji yoksulluğu,” alt kavramlar olarak elektrik yoksulluğu, yakıt yoksulluğu, doğalgaz yoksulluğu ve su yoksulluğu gibi çeşitli alt dallara ayrılabilir. Özellikle 2008 krizinden sonra, tüm dünyada, gelişmiş ülkelerde dahi, enerjiyi karşılayamama bağlamında bir “enerji yoksulluğu” ortaya çıktı. Avrupa Birliği’nin politika belgelerinde, enerji yoksulluğunun Birlik üyesi ülkeler için ortak bir sorun ve politika alanı olarak belirlenmesiyle, bu konuya dair çok geniş bir bilimsel ve akademik yazın oluştu. Aynı zamanda, bu konu üzerine çeşitli politik belgeler geliştirildi. Bu durum, geniş emekçi kitlelerin, emekçi örgütlerinin, çevre örgütlerinin ve adalet örgütlerinin gündeminde yer aldı. Dünyanın pek çok yerinde, özellikle elektrik yoksulluğu ve gaz yoksulluğu gibi sorunlara karşı sosyal hareketler gelişmeye başladı.
Bu fark, yani neden 1990’lı yıllardan itibaren, özellikle de 2008 krizinden sonra, “enerji yoksulluğu” daha yoğun bir şekilde ortaya çıktı diye baktığımızda, bunun basit bir mantıkla şöyle açıklanabileceğini söyleyebiliriz: Hane halkının gelirleri düşükse ve enerji fiyatları yüksekse, enerji yoksulluğu doğar. Bu biraz totoloji gibi görünebilir, çünkü analitik bir katkı sunmuyoruz. Tabii ki gelir düşük, fiyat yüksekse bir yoksulluk ortaya çıkacaktır. Üçüncü olarak, konutların enerji verimliliği düşükse, bu da enerji yoksulluğuna yol açabilir.
Peki neden 1990’lardan itibaren düşük hane halkı gelirlerinden bahsetmeye başladık? Neden geniş emekçi kitlelerinin gelirlerindeki düşüşten söz ediyoruz? Ve neden 1990’lardan itibaren enerji fiyatlarının yükselmesinden bahsediyoruz? Zamanı daha verimli kullanmak adına konutların düşük enerji etkinliği konusuna şu an değinmeyelim, çünkü son yıllarda bu konuda yoğun araştırmalar yapıldı ve özellikle çevre kriziyle birlikte bu başlı başına ele alınması gereken bir konu haline geldi.
Peki neden 1990’lardan itibaren düşük hane halkı gelirlerinden bahsetmeye başladık? Neden geniş emekçi kitlelerinin gelirlerindeki düşüşten söz ediyoruz? Ve neden 1990’lardan itibaren enerji fiyatlarının yükselmesinden bahsediyoruz?
Şimdi, neden düşük hane halkı gelirlerinden söz ediyoruz? Bunun arkasında ne var? Bunun arkasında işgücü piyasalarının yapısı ve sosyal refah devletinin dönüşümü var. 1980’li yıllardan itibaren, Keynesçi dönemin, yani kapitalizmin altın çağının sona ermesiyle, küresel ölçekte neoliberal politikalarla kapitalizmin yaygınlaşması sürecinde şu durumlar ortaya çıktı: İstihdam yaratma sorunu, ücret gelirlerinin gayrisafi milli hasıla içindeki payının azalması, işgücü piyasalarında esnekleşme ile birlikte güvencesizleşme, ve sosyal refah devletlerinin zayıflaması ile sosyal refah harcamalarında ciddi azalmalar görüldü. Dolayısıyla düşük hane halkı gelirleri gibi bir olgu 1980’li yıllardan itibaren, özellikle 2008 krizinden itibaren tüm gelişmiş ülkelerde gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de de refah devleti uygulamalarının daraltılması haneler düzeyinde gelir düzeyinin düşmesinin nedenlerinden biridir.
Analitik olarak baktığımızda, enerji yoksulluğu olgusunun arkasında, 1980 sonrası küresel kapitalizmin özelliklerini mutlaka incelememiz gerekiyor. İkinci olarak da, enerji fiyatlarının yüksekliği konusu var. Avrupa Birliği bağlamında bu konuda birçok çalışma yapıldı. Bu çalışmalarda, enerji fiyatlarının yüksekliğinin enerji yoksulluğu üzerindeki etkileri değerlendirildi ve ortaya çıktı ki bu yüksekliğin arkasında, özellikle enerji piyasalarındaki özelleştirmeler bulunuyor. Özelleştirmeler, sermaye yoğunlaşmasına yol açıyor, oligopolcü ve tekelci piyasa yapıları doğuruyor. Bu tür piyasalarda, kamusal düzenlemeler sınırlıysa, fiyatlar yüksek oluyor ve enerji fiyatlarının yüksekliği olgusuyla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla ikinci neden olarak, enerji piyasalarındaki özelleştirmeleri gösterebiliriz.
Özelleştirmeler, sermaye yoğunlaşmasına yol açıyor, oligopolcü ve tekelci piyasa yapıları doğuruyor. Bu tür piyasalarda, kamusal düzenlemeler sınırlıysa, fiyatlar yüksek oluyor ve enerji fiyatlarının yüksekliği olgusuyla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla ikinci neden olarak, enerji piyasalarındaki özelleştirmeleri gösterebiliriz.
Eskiden enerji yoktu, ancak bugünkü anlamda bir yokluk söz konusu değildi. Örneğin, 1920’lerden itibaren birçok ülkede elektrik enerjisi kamu tekelindeydi. Türkiye’de de elektrik enerjisi kamu tekelindeydi. Zamanla birkaç özel yabancı şirket tasfiye olmuştu, geriye sadece biri kalmıştı yerel yönetim olarak, o ayrıntıya girmeyelim.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1970’lerin sonuna kadar enerji sektörü kamu öncülüğünde yürütüldü. 1980’lere kadar dünyanın çoğu ülkesinde elektrik kamusal olarak üretilip dağıtıldı. Hatta liberal piyasa düzeni olan Amerika’da bile kamu düzenlemeleri ve müdahaleleri çok ciddiydi. Ancak 1980’lerden sonra elektrik enerjisi büyük ölçüde özelleştirildi. O zamanlar, bu özelleştirmelerin etkinlik ve verimlilik sağlayacağı, sektörün doğal tekel olma özelliğini kaybettiği gibi çeşitli argümanlar ileri sürüldü.
Bizim gibi çevre ülkelerde ise şu argümanlar öne sürüldü: Kamu, enerjiye yeni yatırım yapacak veya mevcut yatırımları iyileştirecek güce sahip değil. Üretilen elektrik, siyasi nedenlerle düşük fiyatlandırılıyor (2023 yılındaki fiyatlandırmayı görünce özelleştirme ile birlikte de demek ki böyle siyasi müdahaleler olabiliyor diye düşünüyorum bunu da arada belirteyim). Kamu borçlarının arttığı ve yeni yatırımların yapılamadığı gibi nedenlerle, özelleştirme tercih edildi. Türkiye’de de elektrik enerjisindeki kamu üretimi, özelleştirme furyası ile %87’den %13’e kadar geriledi. Burada sadece elektrikten örnek verdim.
Dolayısıyla, analitik olarak iki temel noktaya odaklandığımızda şunları söyleyebiliriz: Birincisi, işgücü piyasalarındaki esnekleşme, istihdam yaratmayan büyüme, ücret payının azalması gibi gelişmeler; ikincisi de enerji fiyatlarının yükselmesine yol açan olaylar. Şimdi, çözüm aradığımız noktaya bakarsak, dünyadaki bu sistemik sorunların çözümünü bulmak yerine, kamusallıktan çıkarılmış olan enerji üretimi ve dağıtımını sosyal yardımlarla yönetmeye çalışıyoruz. Enerji yoksulluğunu çözmek yerine, sosyal yardımlarla durumu idare etmeye yönelik bir yaklaşıma gidildiğini görüyoruz. Bu çözüm aslında Dünya Bankası ve özel enerji tekellerinin de istediği bir yaklaşımdır. Dünya Bankası, yayınlarında bunu net bir şekilde ortaya koydu. Enerji özelleştirmeleri fiyat artışlarına neden olacak ve bu da büyük kamusal tepkilere yol açacak. 2015 Türkiye raporunda bu açıkça yazılmıştır. Bu kamusal tepkilerin önüne geçmek için, sosyal yardımların kullanılarak özelleştirmelerin kabul edilir kılınması gerektiği savunuluyor.
…dünyadaki bu sistemik sorunların çözümünü bulmak yerine, kamusallıktan çıkarılmış olan enerji üretimi ve dağıtımını sosyal yardımlarla yönetmeye çalışıyoruz. Enerji yoksulluğunu çözmek yerine, sosyal yardımlarla durumu idare etmeye yönelik bir yaklaşıma gidildiğini görüyoruz. Bu çözüm aslında Dünya Bankası ve özel enerji tekellerinin de istediği bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşımda, özellikle dağıtım şirketleri, kaçak oranlarının azaltılması ve ödenemeyen faturaların tahsilatı için uğraşmak yerine, bu yükü devlete, yani kamuya devrederek kurtulmuş oldular. Faturalarını ödeyemeyen yoksulların faturaları devlete ödetildi. İlginç bir şekilde, enerji yoksulluğuna sosyal yardım çözümü, hem Dünya Bankası gibi neoliberalizmin kalelerinin hem de büyük özel enerji şirketlerinin desteklediği bir politika oldu. Ama öte yandan, yoksulların da yakıcı enerji sorunları karşısında sosyal yardım talepleri vardı. Emekçi örgütleri ve sosyal hareketler, sosyal devletin bir gereği olarak, enerji yoksullarına sosyal yardım yapılmasını talep ettiler. Sonuç olarak, farklı çıkarların kesiştiği bir noktada, enerji yoksulluğuna sosyal yardım çözümü getirilmiş oldu.
Bu yaklaşımda, özellikle dağıtım şirketleri, kaçak oranlarının azaltılması ve ödenemeyen faturaların tahsilatı için uğraşmak yerine, bu yükü devlete, yani kamuya devrederek kurtulmuş oldular. Faturalarını ödeyemeyen yoksulların faturaları devlete ödetildi.
Bana göre bu çözüm, gerçek bir çözüm değil ve olamayacak. Bu anlamda, başta bahsettiğiniz konuyla ilgili olarak, enerji yoksulluğunun ölçülmesi sorunu da devreye giriyor. Bu konuya kısaca değinmek istiyorum. Çünkü “enerji yoksulluğu” diyoruz, fakat bunun zaman içindeki gelişimini izlemek, ülkeler arasındaki farkları belirlemek, özellikle Avrupa Birliği düzeyinde bir enerji yoksulluğu politikası geliştirebilmek ve kime ne kadar sosyal yardım yapılacağını belirlemek açısından enerji yoksulluğunun ölçülmesi büyük önem taşıyor. Enerji yoksulları kimdir, kaç kişidir; bunları belirlemek, bu politikaların doğru şekilde uygulanması için elzemdir.
Şimdi literatüre baktığımızda, enerji yoksulluğu konusundaki çalışmaların önemli bir kısmı, özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde, bu yoksulluğun nasıl ölçüleceği üzerine odaklanıyor. Yani, hangi yöntemle bu ölçüm yapılabilir? Çünkü enerji yoksulluğu çok boyutlu bir kavram ve tek bir göstergeyle ölçülmesi zor. İlk tartışmalar iki temel yaklaşıma dayanıyordu: harcama yaklaşımı mı yoksa doğrudan ölçüm yaklaşımı mı? Harcama yaklaşımı, hanelerin enerji maliyetlerinin mutlak ya da göreceli eşiklere göre incelenmesi gerektiğini savunur. Örneğin, hane halkının toplam harcamalarının %10’unun elektriğe ayrılması gerektiği kabul edilebilir. Bu rakam kabaca veriliyor kesin bir oran değil. Bu oranın üstünde enerji harcaması olan haneler, enerji yoksulu olarak kabul edilir. Harcama yaklaşımının temel prensibi budur.
Doğrudan ölçüm yaklaşımı ise, enerji hizmetleri için yapılan harcamaların belirlenmiş bir standartla karşılaştırılmasını içerir. Örneğin, dört kişilik bir hanenin enerji tüketiminin belirli bir düzeyde olması gerekir. Elektrik Mühendisleri Odası’na göre bu tüketim en az 240 kWh olabilir, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na göre ise beş kişilik aile için en fazla 150 kWh. Ancak bu yaklaşım da sorunludur, ölçüm açısından zorluklar içerir.
Son zamanlarda Avrupa Birliği’nde yaygın olarak kullanılan bir başka yöntem ise beyana dayalı yaklaşımdır. Bu yaklaşımda, hane halkının kendi koşullarını değerlendirmesi istenir. Avrupa Birliği Enerji Yoksulluğu Gözlemevi bu tür anketlerle birincil göstergeler geliştirdi. Örneğin, kişilere “Evinizi yeterince sıcak tutabiliyor musunuz?” gibi sorular sorulur. Hanelerin son 12 ay içinde elektrik faturalarını zamanında ödeyip ödeyemedikleri, beyana dayalı bir gösterge olarak kabul edilir. Diğer bir gösterge de, hanelerin enerji harcamalarının ulusal medyan ortalamanın iki katından fazla olup olmadığıdır.
Başka göstergeler de bulunur: “Yaz aylarında evde konforlu bir serinlik sağlayabiliyor musunuz? Evinizde sızıntı, nem veya çürüme var mı?” gibi sorular da beyana dayalı göstergeler arasında yer alır. Ayrıca, aşırı kış ölümlerine, yoksulluk riskine ve ölümler içindeki aşırı kış ölümlerinin oranına da bakılır. Bu tür göstergeler Avrupa’da geliştirilmiş, ancak biz Türkiye’de bunlara pek bakmıyoruz. Türkiye’de Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından muhtaç durumda olduğu tespit edilen haneler, aynı zamanda enerji yoksulu olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla, Türkiye’de nasıl ölçüm yapılacağına dair akademik yazında ve sivil toplum örgütlerinde tartışmalar olsa da, Bakanlık’ın “yoksul olan aynı zamanda enerji yoksuludur” yaklaşımı bu ölçüm tartışmalarını ikinci plana itti diye düşünüyorum.