Taksim ve Ötesinde Katılımcı Tasarım Süreçlerine Dair Bir İçgörü Yazısı

Yaşar Adnan Adanalı, Taksim Meydanı Yarışması sürecine dair gözlemlerini ve deneyimlerini yazdı.

 

Hem kişisel olarak yürüttüğüm çalışmalar hem de parçası olduğum Mekanda Adalet Derneği’ndeki kolektif çalışmalarımızın önemli bir kısmını kamusal mekânlar üzerine düşünmek, fikir üretmek, mücadele vermek oluşturuyor. Taksim’in de bu çalışmalar içinde ilk göz ağrısı gibi bir yeri var. Meydanların yarışmalar ile tasarlanması, katılım meselesi ve kamusal mekân tasarım süreçlerinin iyileştirilmesine yönelik görüşlerimi paylaşmak isterim ama önce mevcut Taksim Meydanı’nın durumuna bir bakalım. 

Kamusal mekânlar tasarımı, kullanımı ve programları ile kamusal alanı açıp büyütüyor mu yoksa kapatıp daraltıyor mu? Temel sorunun bu olduğunu düşünüyorum.

Bunu, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek niyetiyle değil, gerçeklikle bağımızı kurmak açısından önemli buluyorum. Belki de yakın tarihin en büyük siyasi krizini yaşadığımız bir ülkede önemli mekânsal kararların tamamı kapalı süreçlerle, ne muhataplarına ne de uzmanlara sorularak veriliyor. Taksim’in mevcut tasarımını yapan firmanın aynı zamanda en az bir düzine Millet Bahçesi de tasarlamış olması ve bunların hiçbiri için halka bir soru dahi sorulmamış olması sanırım kamusal mekânların tasarımı konusunda bulunduğumuz sıfır noktasını net bir şekilde ortaya koyuyor. 

Kamusal mekânlar tasarımı, kullanımı ve programları ile kamusal alanı açıp büyütüyor mu yoksa kapatıp daraltıyor mu? Temel sorunun bu olduğunu düşünüyorum. Taksim özelindeki yarışmanın da gerek yarışmaya katılan onlarca grup, yüzlerce uzman gerekse de öncesinde ve sonrasında devam eden tartışmalar ile bu alanı büyüttüğünü görüyorum. Bu tartışmalar, sadece yarışma sürecine sahip çıkanlar tarafından değil, katılıp bir şekilde sonuçtan memnun olmayanların veya kategorik olarak karşı çıkanların katkılarıyla da diyalektik bir şekilde sürüyor. Böyle düşündüğüm için de farklı yarışma gruplarından aldığım danışmanlık tekliflerinden birine uzun uzun düşünüp arkadaşlarımla tartıştıktan sonra olumlu cevap verdim.   

Savunucu Planlama Faaliyeti Olarak Yarışmalar

Benim aslında herhangi bir yarışma fikriyle ilk karşılaşmam 2009’un sonlarına dayanır. Zorla tahliyelere karşı mücadele veren Uluslararası Yerleşimciler Ağı’nın Barselona’da kentsel dönüşüm ile yıkım tehdidi altındaki Bon Pastor isimli işçi mahallesini savunmak için açtığı yarışmanın çağrısı o dönem Sulukule’yi yıkımdan kurtarmak için mücadele veren eylemcilere kadar ulaşmıştı. Bon Pastor’da yaşayan aktivist ve antropolog Stefano Portelli, İstanbul’a gelip yarışmayı ve mücadelelerini anlatmak istediğini yazmıştı. Stefano 2010 yılında İstanbul’a gelmiş, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde savunucu planlama/tasarım eylemi olarak fikir yarışmasını anlatmıştı. Yarışmayı yıkım tehdidi altında bir mahalleyi kurtarmak için katılımcı fikir geliştirme ve savunu faaliyeti olarak kurgulamışlardı. 

Konuşmadan Kavuşmaya

Üzerine kafa yorduğumuz mevcut Taksim Yarışması fikriyle tanışmam ise yaklaşık bir sene öncesine dayanıyor. Belediyenin aktif bir şekilde sürdürdüğü ve gerek bireysel gerekse de Mekanda Adalet Derneği olarak kurumsal olarak davet edildiğimiz sayısını artık hatırlayamadığım kadar çok istişare toplantılarından biri meydan yarışması üzerineydi. Benim katıldığım toplantının bir dizi toplantıdan biri olduğunu, Taksim’in farklı muhataplarının görüşlerini yarışma süreci öncesinde almak istediklerini belirtmişlerdi. Gerçekten de davet edilen insanların son derece heterojen olduğunu, bunun da iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm.

Benim iki tane somut önerim oldu: Öncelikle Taksim Meydanı ile kentsel tasarım sürecine başlanmaması. Hem alanın muhatabı, paydaşı çok hem de merkez-yerel dinamikleri sebebiyle sürecin sekteye uğraması çok olası. İkinci önerim ise “İstanbul Meydanlarını Konuşuyor” gibi bir kampanya ile Bağcılar’dan Bakırköy’e, Kadıköy’den Taksim’e İBB’nin yetki alanındaki tüm meydanlara dair bir kamuoyu katılım ve tartışma sürecinin teşvik edilmesi; tasarım sürecinin ve yarışma gibi araçlarının bunun akabinde hayata geçirilmesiydi. Sonrasında “İstanbul Meydanlarına Kavuşuyor” sloganıyla bir kampanyanın başlatıldığını görünce hem istişare toplantıları göstermelik bir şekilde yapılmadığı için sevindim, hem de konuşmak gibi doğrudan kamusal alana dair politik, katılımı teşvik eden ve eşitleyici bir eylemin kavuşmak gibi “romantik” ve katılım açısından muğlak bir şekilde dönüştürüldüğü için rezervimi koydum. 

Devamında, Salacak’taki yarışma sürecine paralel bir şekilde düşünülen bir katılım toplantısına MAD davet edildi. Ekip olarak katıldığımız toplantıda, halkı Salacak kentsel tasarım sürecine nasıl dahil edebileceğimize dair önerilerimizi sunduk. Ve hatta aktif olarak, herhangi bir maddi beklenti içinde olmadan, halk katılımını kolaylaştıracak bir süreç için çalışmak istediğimizi de belirttik. Katılımcı sürecin yarışma sürecine paralel ama entegre düşünülmemesinin sorun teşkil ettiğini not düştük. Sonrasında pandeminin evde kal dönemi ile katılımcı süreç tamamen sekteye uğradı.

Meydanlar gibi çok farklı kullanıcıları bulunan, üzerine sayısız söz söylenen, kimsenin ve herkesin olan; özellikle de Taksim gibi toplumsal hafızada mitik bir yer kazanmış kentsel kamusal mekânların ne olacağı, nasıl tasarlanacağı, nasıl programlanacağı hangi yöntemi kullanırsanız kullanın başlı başına zorlu bir meseledir. Taksim Meydanı Yarışması’nda bu zorluklar oldukça görünür ve öğretici oldu.

Merkez – Yerel Dinamikleri

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yetki alanı içindeki Taksim Meydanı’na #İstanbulMeydanlarınaKavuşuyor kampanyasının hemen başında kurulan Kavuşma Durağı, özünde halkın katılımını kolaylaştırması amacıyla konmuş bir geçici kamusal mekân müdahalesiydi. Altında Taksim Meydanı sergisi, üstünde ise farklı etkinlikler ile bir tartışma/tartma alanı açacak bir amfi oturma düzeni yer alıyordu. “Sergiyle bilgilen/hafıza tazele, amfide konuş” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yer düşünülmüştü.

Durağın erişilebilir olmayan basamakları eksi not alırken erişebilenlerin ise mekânı kısa sürede benimsediğini gördük. Zarif yapısı hemen yanı başındaki Cumhurbaşkanlığı İletişim Çadırı’nın özensiz tasarımı ve kocaman kütlesiyle bir gerilim oluşturuyordu. Bu gerilim sadece tasarımla alakalı değildi haliyle; meydanda görünür kılınan iktidar-vesayet ilişkileriyle doğrudan ilgiliydi. Ve şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, İBB Kavuşma Durağı’nı kısa sürede kaldırmak zorunda kaldı. 

“Taksim’de Herkes Eşit Ama Bazılarımız Daha Eşit”

Taksim’e dair karar alma, sadece farklı ölçeklerdeki kamu aktörleri arasındaki bir mücadele konusu değil elbet. Hangi toplumsal aktörlerin, sivil toplumun ve yurttaşların nasıl katılacağı bir diğer mesele. Tepeden zembille inen projeler karşısında toplumsal aktörler yıllarca Taksim’de bir şeyleri yaptırmamak için uğraştı. Yerel yönetim ile antagonistik bir ilişki içinde oldu haliyle. Bunun getirdiği haklı bir refleks kuşkusuz ki var. Şimdi “bir şey yapmalı” dendiğinde bu herkesi diken üstüne oturtuyor. 

Taksim’i gündelik olarak kullanan heterojen bir kitle var. Gelip geçenler, civarında yaşayanlar, ekmeğinin peşinde Tarlabaşı’ndan Dolapdere’den çıkanlar, Talimhane turizm bölgesinden damlayan turistler, mülteciler… Alana söylemsel olarak fazlasıyla sahip çıkan ama mekânın kullanıcısı olmayan aktörler var. Temsiliyeti düşük ama sesi çok gür çıkan aktörler var. Taksim’i sadece bir uzmanlık gündemi olarak görenler var. 

Birbiriyle çelişen, zıtlaşan talepler mevcut. 1950’lerden beri “Taksim’e cami” isteyenler de, “Meydan işçi sınıfınındır” diyenler de, “laik Cumhuriyet’in kültürel merkezi” olarak görenler de, “kentsoylu bir geçmiş nostaljisi” yapanlar da, “Türkleştirilip Müslümanlaştırılmış Pera’nın çokkültürlü, çokdinli mazisini” hatırlayanlar da, “rengarenk çoksesli yeşil bir gelecek” hayali kuranlar da, “darbelere karşı verdiği mücadelesi için” sembolleştirenler de var. 

Halk oylaması, seçenek sunmanın ötesinde bir tartışma zemini sunması ve eldeki projelerin etkin ve anlaşılır bir şekilde aktarılması için bir araç olarak değerli. Belediyenin ve proje müelliflerinin bu yönde bir çaba içinde olduklarını ama bu çabanın yetersiz kaldığı da görülüyor. Peki neden?

Nasıl Bir Katılım, Nasıl Bir Yarışma?

Katılım meselesini de bu çeşitlilik içinde farklı pozisyon, kapasite, güç ve ilgiye sahip aktörlerin olduğu gerçekliği zemini üzerinde kurgulamak gerekiyor. Bu karmaşıklığı sadeleştiren, uçları törpüleyen, karar alıcıya belli bir mesafelenme imkânı tanıyan yarışma gibi bir tasarım yönteminin Taksim özelinde cazibesini anlamak mümkün elbette. Yarışma sürecini açmaya ve kamusal alanı büyütmeye dönük aşamalandırma veya öncesi ve sonrasında planlanmış etkinlikler gibi çabalar da yarışmanın, hakiki bir katılımcı süreç ortaya koyamasa dahi tasarım sürecinin bir kamusal gündem hâline gelmesine imkân sağladı.

Bu çabalardan biri olan halk oylaması üzerine çok söz söylendi. Yıllarca hem Katılımcı Planlama ve Tasarım derslerimde hem de kamuoyunda -mış gibi yapan ama özünde katılım ile alakası olmayan manipülatif uygulamaları eleştirdim. İstanbul otobüsünün, vapurunun rengini seçiyor gibi uygulamaları… Peki bu örnek bire bir bahsi geçen diğer örnekler ile aynı amacı mı güdüyor? Böyle olmadığını görüyorum. Taksim ve meydanlar sözkonusu olduğunda halkın da, organize sivil toplumun ve uzmanların da yerel yönetimin de söz hakkı olmalı. Yarışmalara entegre edilen halk oylaması da üç ayaktan biri olarak düşünülmüş. Halk oylaması, seçenek sunmanın ötesinde bir tartışma zemini sunması ve eldeki projelerin etkin ve anlaşılır bir şekilde aktarılması için bir araç olarak değerli. Belediyenin ve proje müelliflerinin bu yönde bir çaba içinde olduklarını ama bu çabanın yetersiz kaldığı da görülüyor. Peki neden? 

Bunun cevabı da bu sorunun çözümü de yukarıda Salacak özelinde aktardığım sıkıntıda gizli. Yani katılımcı süreç ile tasarım/yarışma sürecinin entegre bir şekilde ve birlikte tasarlanmış olması gerekliliğinde. Aslında kapalı tasarım kararlarını açan yarışmalarla birlikte İBB katılımcı planlama çalışmalarını da sürdürüyor. Hatta Beyoğlu özelinde devam eden Beyoğlu İlçesi Katılımcı Planlama Süreci Şehir Planlama Müdürlüğü tarafından koordine ediliyor. Taksim ve meydanlara dair tasarım süreci, katılımcı planlama süreçleriyle eşgüdüm hâlinde, birbirlerini besleyecek şekilde ele alınsaydı eğer, hepsi olmasa da bugün mesele ettiğimiz birçok sorunun çözülebileceğini düşünüyorum. Şimdi bunu açmak için sorularımızı çoğaltalım. 

Katılımcı planlama ve tasarım süreçlerinin araçları değişebilir ama sürecin olmazsa olmazları var: 

Bir mekânsal kararın muhatabı olan aktörlerin tamamı belirlendi mi? 

Yani o mekânın “paydaşları” kimler sorusunu sorup en kapsayıcı şekilde o paydaşlar sıralandı mı? Bunu alt başlıkları olan uzun bir liste olarak düşünün, bir kontrol listesi gibi. “Ben tasarım sürecini bu listede sıralanan aktörlerin görüşlerini almadan olgunlaştırmayacağım” beyanı olarak.   

Bu aktörlerin farklı ihtiyaç ve talepleri kayıt altına alındı mı? 

En küçük ölçekteki kentsel mekânlara dair beklentilerde bile büyük farklılıklar olabiliyorken Taksim gibi herkesi ilgilendiren kamusal mekânlara dair ihtiyaç ve taleplerde bu farklar çok daha büyük olabilir. Ayrıca farklı aktörler farklı önceliklerle geleceklerdir. Çevrecisinin meydandan beklentisi farklı, kültür mirasçısının farklı, engellinin farklı, çocukların farklı, muhafazakârın farklı, Suriyeli mültecinin farklı. Bu farklı ihtiyaç ve taleplerin kayıt altına alınması, herkes tarafından görünür ve anlaşılır olması gerekir. 

Tüm farklılıkların farkında olarak ortak payda ve uzlaşılamayan noktalar ortaya kondu mu? 

Ortaya konan ihtiyaç ve beklentilerin büyük bir kısmı ortak bir paydada buluşacaktır. Bir kısmında ise uzlaşılamayacaktır. İkisinin de görünür olması, üzerine konuşulmuş olması hem sağlıklı bir tasarım süreci için hem de çatışma çözümü için gereklidir. Tasarım sürecinin ortak payda üzerinde yükselmesi, uzlaşmanın olmadığı kilit noktaları besleyecek alternatifler geliştirmesi beklenir.

Tasarım ürünleri ortaya konmadan önce katılımcı süreç tarafından belirlenen tasarım ilkeleri sade bir şekilde ilan edildi mi? 

Tasarım sürecinin ve tasarımcıların oyun alanını belirleyecek, çerçevesini çizecek temel ilkelerin belirlenmesi ve üzerine konuşulabilir olması, sonrasında ortaya konan tasarım alternatiflerinin bu ilkeler ışığında değerlendirilebilir olması gerekir. Eğer tasarım aracınız yarışma ise, bu şartnamenin böyle bir katılımcı süreç sonunda hazırlanması anlamına gelir.

Bu önerilerin hepsi de iyi düşünülmüş, kendi içlerinde anlamlı ve değerli öneriler. Ancak birbirlerinin alternatifi olabilecek öneriler değiller.

Geliştirilen tasarım alternatifleri katılımcı karar alma sürecini besleyecek şekilde mi yoksa tasarım sürecinin sonunu getirecek şekilde mi ortaya kondu? 

Şu an jüri tarafından seçilip önümüze getirilen 3 projenin de çok değerli önerileri var. Örneğin trafiği yerin üstüne çıkarmak. Taksim Meydanı için verilen mücadelenin yakın geçmişine baktığımızda toplumsal aktörlerin ortak paydası, “yayalaştırma” projesinin trafiği yerin altına almak önerisine karşı çıkmak olmuştur. Battı çıktı tünelleri, yaya trafiğinin meydana çıkışını bir şişenin ağzı gibi daraltan kaldırımları, kentin merkezini otobanlaştıran bu mekânsal müdahaleyi odalardan uzmanlara, akademisyenlerden aktivistlere herkes eleştirdi. Şimdi önümüze konan projelerden biri bu sorunu “gidermeyi” vaat ediyor. Bir diğer proje açtığı oyuk ile doğal havayı, ışığı, meydanın kamusallığını metro ve transfer istasyonuna kadar indirmek istiyor. Yine bir başkası, farklı manzara kotlarında yürüyüş yollarını artırmayı ve kentin civardaki diğer yeşil alanlarına bağlamayı öneriyor. Bu önerilerin hepsi de iyi düşünülmüş, kendi içlerinde anlamlı ve değerli öneriler. Ancak birbirlerinin alternatifi olabilecek öneriler değiller. Aslında üzerlerine konuşmaya devam etmemiz gereken, katılımcı tasarım sürecini besleyecek nitelikte fikirler. 

Katılımcı süreç ile çözmeye çalıştığımız mekânsal sorunların kaynağı gerçekten uğraştığımız ölçekte mi saklı? 

Katılımcı süreçlerin büyük bir yanılgısı yanlış ölçekten doğru çözümler beklemektir. Örneğin iklim krizini aşmak için sadece bireylerin tüketim davranışlarına odaklanmak büyük bir yanılsamadır. Benzer bir şekilde meydanlardan ve kamusal mekânlardan beklentilerimiz, tasarımsal bir meselenin ötesinde ele alınmak zorundadır. “Taksim kitle örgütlerinin miting alanı olsun” talebinin çözümünü tasarım kısmen çözebilir. Çünkü demokratik olmayan, toplantı ve gösteri özgürlüğünün yasaklandığı bir ülkede meydanların kamusal alana katkısı tasarımı aşan bir meseledir.

Nasıl bir Taksim Meydanı? 

Taksim için olmazsa olmaz ilkelerimi sıralayacak olsam bunlar ne olurdu? Katılım masasına ben ne götürürdüm? Aslında bunun cevabını yıllar önce vermiştim. 7 yıl önce yazdığım beklentiler, sadece bir ekleme yaparak aşağıda yer alıyor. Bunların bir kısmı ölçek sorunuyla alakalı, tasarım süreci veya ürünüyle değil. Bir kısmı da doğrudan tasarımı ilgilendiren mekânsal kararlarla. Sonuç itibariyle benim Taksim İçin 10 Emir’im şu şekilde olurdu:  

Sivil Taksim: Her şeyden önce Taksim’in OHAL koşulları, kolluk kuvvetlerinin görünürlüğü ve baskısı geri çekilmelidir.

Katılımcı Taksim: Taksim için kafa yoran ortak akıl (uzmanlar, yurttaşlar) mekânsal kararlara katılmalıdır.

Temasın Taksim’i: Taksim sadece bir geçiş alanı değil, aynı zamanda kamusallığı kuvvetlendirecek çokluğun karşılaşma ve temas mekânı olmalıdır.

Gösterinin Mekânı Taksim: Demokrasi mekânı olan Taksim Meydanı’nda, sabit kentsel tasarım öğeleri ile toplanmayı engellemeye çalışmadan, toplanma ve kitlesel gösteri özgürlüğünü merkeze almak gerekir.

Temsil Mekânı Taksim: Toplumsal ve siyasal çeşitliliğin temsiliyetine olanak sağlayacak bir özgürlük alanı oluşturulmalıdır.

Geçici Taksim: Gezi Parkı’nda tecrübe ettiğimiz yaratıcı, toplumsal içerikli ve dinamik mekânsal üretim sürecini teşvik edecek, geçici kullanım ve tasarıma olanak verecek bir yaklaşım geliştirilmelidir.

Müşterek Siyasetin Taksim’i: Beyoğlu’nun tektipleştirici soylulaştırma baskısını dengeleyecek bir kamusal mekân hedeflenmelidir.

Ekolojik Taksim: Peyzajı, yapılı çevrenin dışsal, dekoratif bir öğesi olarak görmeyen, organik bir yaklaşım geliştirilmelidir.

İnsani “Anıtsallık”: Meydanın anıtsallığı ile devingenliğini bir arada düşünerek kullanım alternatifleri yaratılmalıdır.

Ticarileştirilmemiş Taksim: Reklam ve billboard alanına dönüştürülmemiş, ödenebilir ve ücretsiz vakit geçirme alternatiflerinin de sunulduğu bir yer.